18 Ağustos 2007 Cumartesi

Pİ Sayısının Esrarı

Dünya, giderek daha heyecanlı bir yapıya bürünüyor. Örneğin 14 mart. Hepimiz bu günü Tıp Bayramı olarak kutluyoruz. Ancak kültür mozayiğinin artan renkleri, 365 günün her birine farklı anlamlar vermeye başladı. Pi günü de bunlardan biri.
Belki inanmayacaksınız ama milyona yakın insan, bugünü, Pi Bayramı olarak kutluyor. Peki ne yapıyorlar? Matematiğin bu esrarlı sabiti (3.141592653...) etrafında oluşturdukları kültürel değerleri paylaşıyorlar. Pi sayısı, dairede, çevrenin çapa oranından ibaret. Dairenin ölçüsü değişse dahi çevre uzunluğunu çapa böldüğünüzde hep o büyülü sayıyı, Pi'yi elde ediyorsunuz.
İnsanoğlu en az 2000 yıldan bu yana, Pi'nin kesin değeri peşinde koştu. Arşimed 22/7 dedi. Mısırlılar 10'un kareköküdür dedi, Mayalar 3'tür dedi. Wallis adlı rahip 355/113 dedi. Ama tüm bunlar Pi için bir yaklaşık değer oldu. Daha sonra bunun 4 işlemle ulaşılamayacak bir sayı olduğu, hatta sayı bile olmadığı ispatlandı.
Bugün Pi'nin ilk 10 basamağı ile tüm hesaplarımızı yapabiliyoruz. Uygulamalı matematik ve mühendislik bilimleri, ilk 10 basamakla işini görebiliyor. Ama bu Pi takıntısı olanları tatmin etmiyor. Temel güdü şu: Pi'nin sırrı nedir? Acaba sonsuza giden bu sayı serisinin bir ucu var mı? Acaba farklı bir hesap yöntemi bulabilir miyim?
Matematik tarihi, Pi çılgınlarının ürettiği pek çok algoritmayı yazar. Bugün bile yürürlükte olan Pi ödülleri var. Dünya Pi Günü'ne gelince.. Niçin 14 Mart? Çok basit.. İlkokulda bize öğretilen pi sayısı, yalnızca 2 basamaklı ve 3.14'ten ibaret. Pi çılgınları, bu sayıdan yola çıkarak, kültür birlikteliği yaratmak için 3'ncü ayın 14'ünü, yani bugünü bayramlaştırıyor.
Görecelik Kuramı'nı bulan Albert Einstein'in de bugün doğduğunu savunan Pi fanatikleri, gün boyunca birbirlerine araştırma sonuçlarını iletiyor. Pi için yazılmış şiirleri okuyor (Edgar Allen Poe'nin de var), Pi bestelerini çalıyor, bulundukları coğrafyanın iklimine uygun toplantılar, kutlamalar düzenliyorlar.
Dünya Pi Günü bildirisini kaleme alan biri olarak bu fanatiklerden biri olduğumu itiraf ediyorum. Yine de "Pi'1000" kulübüne kaydolabilmek için ilk 1,000 basamağı takılmadan ezbere söyleyebilmeliyim. 3 ay önce "Çıldırtma beni Pi" başlıklı yazımda, Dünya Pi Günü'nü duyurmuş ve İnternet ortamında çılgınca büyüyen bu oluşuma dikkat çekmiştim.
Pi takıntısı konusunda Türkiye'de yalnız olmadığımı çok çabuk öğrendim. Pek çok okur, Pi hakkında kendi çalışmalarını, birikimini benimle paylaştı. Hatta bazısı daha da ileri gidip, kendi Pi formülünü gönderdi. Manisalı Taner Yönter, Pisagor bağıntısından yola çıkarak geliştirdiği formülünü, Noter tasdikiyle fikir ve sanat eseri haline getirmekle kalmayıp, İnternet'te bunun için bir site hazırladı. İstediği, kendine ait teoremin, okul kitaplarına girmesi. Taner bey, "Türkiye'nin tanıtımında bu formülü kullanabiliriz" diyor.
Peki bu uğraşlar bize ne kazandırıyor dersiniz? Benim cevabım şu: Evren yalnızca çıplak gözle algıladığımızdan ibaret değil. İnsanın içindeki bilim açlığı ve merak, gelişiminin de motoru. Pi bir sembol. Ama onun sırrını ararken, kendinizi keşfetme şansınız hayli yüksek. Dünya Pi Günü kutlu olsun.

Zemzem Suyunun Esrarı

1-) Avrupa`da laboratuarlarda yapilan arastirmaya gore
Zemzem suyu diger sulara gore cok daha az kukurt tasimaktadir.


2-) Yine ayni arastirmaya gore diger sulara gore cok
daha besleyicidir ve cok daha fazla mineral barindirmaktadir.


3-) Kaynagi henuz bulunamamistir. Nereden geldigi su
anki teknolojiye gore bile bilinemiyor.Yakinlarinda hicbir kuyu yok ve denize de 80 km
uzaklikta. Bu sartlarda suyunu denizden veya baska bir kuyudan almasi imkansiz.
Nasil oluyor da yillardir suyu bitmiyor, bunu kimse bilmiyor.


4-) Açlığını gidermek için içen kişinin açlığını, susuzluğunu gidermek
için içenin susuzluğunu giderir.


5-) Sadece 1,5 metre derinligindeki ufacik bir kuyudan
çikan su, hac mevsimi boyunca milyonlarca hacinin tum su ihtiyacini
karsilamakt adir ve hicbir zaman ne azalma ne de kuruma gostermemektedir.


6-) Dunya Saglik Orgutu (WHO)`nun raporlarina gore Dunya`daki en icilebilir
ve saglikli sulardan biri.


7-) Amerika`da yapilan test sonuclarina gore Dunya`da icinde mikroorganizma
ve bakteri bulundurmayan TEK su zemzem suyu.

Nazar

Halk arasında oldukça güçlü bir inanış olan nazar değmesi olayının boş bir inanış olmadığı ve bilimsel çalışmalar alanına alınarak etkileri ve neticeleri dünyanın birçok ülkesinde değerlendirilmektedir. Nazar değmesine ilişkin düşünce çok eski ve derindir. Nazarın bazen söylenen bir sözden, bazen derinden bir bakıştan, bazen de iyi olmayan düşünceden kaynaklandığını biliyoruz. Bu nedenle kendimizi nazara karşı korumak amacıyla bazı yöntemlere başvururuz.



KEM GÖZ



Kem göz kavramı iki bölümde incelenir. Birincisi, şiddetli ve tesirli, diğeri ise belirsiz bir bakış anlamındadır. Biri kötü düşünceleri ve istekleri nakleden bir araç gibidir; diğeri ise gözün sahibi olan insanda varolan tehlikeli bir enerjinin kaynağından kendi istekleri doğrultusunda çıkan uğursuz bakış olarak değerlendirilir. Bu bakışa bir de söz unsuru karışacak olursa o zaman tehlike daha da büyük olur.



RUHSAL TESİR



Prof. Dr. Süheyl Ünver, nazar hakkındaki bir yazısında şöyle demektedir: "Bugün nazar değmesinin ruhsal mekanizmasının vücudumuzdaki atom enerjisine dönüşmesiyle ilgili olacağını bilmemiz gerekiyor. Bizde bir ruhsal tesir olduğuna göre vücudumuzdaki bazı maddelerin enerjiye dönüşmesi elbette ki mümkündür. Fikirlerimizin birgün yeni atom enerjisinin keşifleriyle ispatlanacağı inkar edilemez bir gerçektir. İnsan bir maddedir ve onun da ruh diyeceğimiz bir enerjisi vardır.



MAVİ BONCUK



Nazarın etkisine en etkili savunma mavi boncuktur. Mavi renk, çağlardan beri korunma prensibini temsil eder. O göğün rengidir. Rivayete göre Cengiz Han, babasının mavi bardağından su içerdi. Yüksek mahkeme başkanlığına verdiği emirde halkın taksim ve mahkeme kararları mavi deftere (Koko Debder) yazılsın, yasanın esasları ise ak kağıda mavi kalemle yazılarak nesilden nesile geçsin emrini verdiği söylenir.

Selçuklular, türbe ve medreselerini mavi çiniyle yapmaya özen göstermişler, gök medreseler birçok ilin süsleri olarak bizlere kalmıştır. Selçuklular mavi çininin koruyucu gücünü genellikle Ayet-el Kürsüyle takviye etmişlerdir. Bugün ise "maşallah" yazısı geniş ölçüde bu amaçla kullanılmaktadır.



DÜŞÜNCENİN ŞEKİLLENMESİ



Düşünce özel şekillere bürünmüş olan maddeden meydana gelmiştir. Bu şekiller gerçekten canlıdır, hassas ve durugörü yeteneği taşıyan kişiler tarafından görülebilirler. Düşünce şekilleri konusu uzaktan tesir ve telkin konusunun teknik temelini oluşturur. Nazar konusunda da söylenen sözün ya da düşüncenin şekil alması söz konusudur. Bu olguda aşırı beğenme, kıskançlık, aşırı heyecansal bir duygu, çekememezlik gibi durumlar söz konusuysa, elementlerinde etkisiyle düşünülen şey daha etkili olarak hedefe ulaşmış olur. Sonuç olarak da nazar dediğimiz olay gerçekleşir.



BİLİMSEL AÇIDAN NAZAR



Vücuttaki bazı enerjilerin yayıldığına ve bazı etkilerin bulunduğuna ilişkin parapsikolojik kanıtlar vardır. Nazar olayını da bu konuyla bağdaştırmak gerekir. Kirlian tekniğiyle yapılan incelemeler, vücutta değişen biyokimyasal hassasiyetleri ve yüksek iletme özeliği ile ışıldamaları göstermektedir. Prof. Dr. sitkovsky; 'Nazarın mistizmle hiçbir ilgisi yoktur. Bir insan düşündüğü zaman enerji yayar; bu enerji bazı kişilerde daha güçlüdür. Bu fiziksel ve fizyolojik bir gerçektir' demiştir.

Dixon ve Kehanetleri

Ünlü Filozof Leibniz'e göre her fert, gelecekteki olayların varlığını, kendi mevcudiyetinin derinlerinde hisseder ve bilir. Bu görüşü, çağımız Parapsikologları temel olarak ele almışlardır. Yapılan bütün geleceği bilme çalışmalarında, gelecekten bilgi verebilenlerin bulunduğu görülmüşse de, bu bilgiler ışığında geleceği değiştirebilen hiç bir kimsenin çıkmadığı da ayrı bir gerçektir. Bir örnek verelim...

Amerikalı Kahine Jeane Dixon, Başkan J.F. Kennedy'nin ölümünü 1952 yılında girdiği bir trans sırasında açıklamıştır. Ancak isim vermemiş suikasta uğrayacak kişinin ayrıntılı bir tarifini yapmıştı... Gelecekteki suikastın kurbanı olacak adamın mavi gözleri ve kumral saçları vardı. Genç ve mevki sahibi bir adamdı. Demokrat Parti'den 1960 yılında seçilecekti ve devlet hizmeti sırasında feci bir şekilde öldürülecekti. Onun bu kehaneti, 13 Mayıs l956'da "Parade Dergisi"nde yayınlandı.

John Kennedy 1960 seçimlerini kazanınca bu kehanet yeniden gündeme geldi. Çünkü suikasta uğrayacağı söylenen kişinin tarifine, inanılmaz bir şekilde Kennedy'nin uyduğu farkedildi... Dixon durumun zaten farkındaydı... Kennedy'yi defalarca uyardı. Ancak ona inananların sayısı oldukça azdı. Ciddiye alınmadı... Dixon adeta geleceği değiştirmek için elinden gelen her türlü uyarıyı yapmaya çalıştı ama geleceği değiştirmek imkansızdı... Ve korkunç gün hızla yaklaşıyordu...

6 Nisan 1967'de W. Daily News Gazetesi'ne verdiği bilgide, Senatör Robert Kennedy'nin başına korkunç bir şey geleceğinden söz ediyordu. Bunun üzerine "bu bir kaza mı?" diye kendisine sordular. "Hayır daha beter bir şey olacak... Silahla vurulacak" dedi...

9 Nisan 1968 yılında bir akşam yemeğinde ise misafirlere: "Robert Kennedy, ateşli bir silahla vurulacak. Olay bir komplonun sonucu değil, kişisel bir eylem olarak, kısa boylu bir çocuk tarafından işlenecektir."

1963 sonbaharında Kennedy öldürüldüğünde haklı çıktığı görüldü ama artık iş işten geçmişti... Dixon'un gerçekleşen başka kehanetleri de vardır. Örneğin Zenciler'in lideri Martin Luther King'in öldürüleceğini, 1967 yılında bir uzay kapsülünün yanacağını ve içindeki Astronotlar'ın öleceğini de çok önceden haber vermişti...

1969 yılında New York'da yayınlanan "Hayatım ve Kehanetlerim" adlı kitabında, gelecekteki olaylarla ilgili önemli kehanetlerini kaleme almış ve kamuoyuna duyurmuştu.

Deccal'in geri dönmesi

Şâbi'nin, Fatıma Bintu Kays radıyallahu anhâ'dan nakline göre Fatıma şöyle anlatmıştır: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Temimu'd-Dâri hıristiyan bir kimse idi. Gelip biat etti ve müslüman oldu. O, benim Mesih Deccâl'den anlattığıma uygun olan bir rivayette bulundu. Bana anlattığına göre, Temim, bir gemiye binip denize açılmıştır. Yanında Lahm ve Cüzâm kabilelerinden otuz kişi vardı. (Hava şartları iyi olmadığı için) onlarla denizin dalgaları bir ay kadar oynadı. Sonunda güneşin battığı esnada denizde bir adaya yanaştılar. Geminin kayıklarına binerek adaya çıktılar. Derken karşılarına çok tüylü kıllı bir hayvan çıktı. Bunlar, tüylerinin çokluğundan hayvanın baş tarafı neresi, arka tarafı neresi anlayamadılar. (Şaşkın şaşkın

"Sen necisin, neyin nesisin?" dediler. O cevap verdi:

"Ben cessâseyim!"

"Cessase nedir?" denildi.

"Ey cemaat! Şu mannastıra kadar gelin! İçinde bir adam var, o sizin haberinize müştaktır!" dedi. O, böylece bir adamdan söz edince, biz onun bir şeytan olmasından korktuk. Hemen koşarak manastıra girdik. İçeride bir adam vardı; hilkatçe gördüklerimizin en irisiydi ve elleri boynuna, dizlerinden topuklarına demirle sıkı şekilde bağlanmıştı.

"Vah sana! Kimsin sen?" dedik.

"Benim haberimi alabilmişsiniz. Şimdi siz kimsiniz, bana söyleyin!" dedi. Arkadaşlarım:

"Biz bir grup Arabız. Bir gemideydik, denizin coşkun bir anına rastladık. Dalgalar bizi bir ay oynatıp oyaladı. Sonra şu adaya yaklaştık, sandallara binip adaya çıktık. Tüylü ve çok kıllı bir hayvanla karşılaştık. Tüyünün çokluğundan başı ne taraf, arkası ne taraf anlayamadık. "Vah sana, nesin sen" dedik.

"Ben cessâseyim!" dedi. Biz: "Cessase de ne?" dedik.

"Manastırdaki şu adama gelin, o sizin haberinize pek müştaktır!" dedi. Biz de koşarak sana geldik. Biz onun bir şeytan olmadığından emin olmadığımız için korktuk" dedik. Adam:

"Bana Beysân hurmalığından haber verin!" dedi. Biz:

"Onun neyinden haber soruyorsun?" dedik.

"Ben onun ağacından soruyorum, meyve veriyor mu?" dedi.

"Evet!" dedik.

"Öyleyse meyve vermeme zamanı yakındır!" dedi.

"Bana Taberiye gölünden haber verin!" dedi.

"Onun nesinden haber istiyorsun?" dedik.

"Onun suyunun çekilmesi yakındır!" dedi.

"Bana Zuğer gözesinden haber verin!" dedi.

"Sen onun neyinden haber istiyorsun?" dedik.

"Gözede su var mıdır? Orada su var mıdır?" dedi.

"Evet, onun çok suyu vardır! Sahipleri onun suyu ile ziraat yapıyorlar!" dedik.

"Ümmilerin peygamberinden bana haber verin? O ne yaptı?" dedi.

"O Mekke'den çıkıp Yesrib'e (Medine'ye) yerleşti" dedik.

"Araplar O'nunla mukâtele etti mi?" dedi. Biz:

"Evet!" dedik.

"Onlara karşı ne yaptı?" dedi. Biz de, (onu ezmek için) peşine düşen Araplara galebe çaldığını, Arapların kendisine itaat ettiklerini haber verdik. (O da bize

"Bu, onların itaat etmeleri, kendileri için daha hayırlıdır. Ben şimdi size kendimi tanıtayım: Ben Mesih Deccâl'im. Çıkış için bana izin verilme zamanı yakındır. O zaman çıkıp yeryüzünde dolaşacağım. Kırk gün içinde uğramadığım karye (köy) kalmayacak. Mekke ile Taybe (Medine) hariç. Bu iki şehir bana haramdır. Onlardan birine her ne vakit girmek istersem, elinde yalın kılıç bir melek beni karşılar, benim oraya girmeme mani olur. Onların her bir geçidinde bir melek vardır, onları korur!" dedi." Sonra Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm çubuğuyla minbere dürterek:

"Bu Taybe'dir! Bu Taybe'dir! Bu Taybe'dir! Ben bunu size anlattım değil mi?" buyurdular. Halk da: "Evet!" diye karşılık verdi. bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm:

"Temimi'd-Dâri'nin rivayetinin benim size ondan (Mesih Deccâl'dan) Mekke ve Medine'den anlattığıma muvafık düşmesi hoşuma gitti. Bilesiniz O Şam denizinde veya Yemen denizindedir. Hayır doğu tarafındandır. Evet o doğu tarafından zuhur edecektir. O doğu tarafından zuhur edecektir!" buyurdu ve eliyle doğu tarafına işaret etti."

Müslim, Fiten 119, (2942); Ebu Davud, Melahim 15, (4325, 4326); Tirmizi, Fiten 66, (2254).

Ebu Sa'idi'l-Hudri radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bize Deccal üzerine uzun bir hadis rivayet etti. Bize anlattıkları meyanında şöyle de demişti:

"Deccal, Medine geçitlerine girmesi kendisine haram kılınmış olarak çıkacak. Derken (Medine civarındaki) bazı ekimsiz yerlere kadar gelir. O gün insanların en hayırlısı olan -veya en hayırlılarından- bir kimse onun karşısına çıkar ve:

"Sen Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın bize haber verdiği Deccâl'sin!" der. Deccâl de (kendi adamlarına):

"Ben şunu öldürüp sonra da diriltsem ne dersiniz? Bu işte bir şüpheye düşer misiniz?" der. Oradakiler:

"Hayır!" derler. Deccal onu öldürür ve sonra diriltir. Diriltildiği zaman adam:

"Allah'a yemin olsun. Senin hakkında hiçbir vakit bugünkünden daha basiretli olmamıştım!" der. Deccal onu tekrar öldüreyim mi di(yerek öldürmek isteye)cek, fakat musallat edilmeyecek."

Buhari, Fiten 27, Fedailu'l-Medine9; Müslim, Fiten 112, (2938).

Hz. Huzeyfe radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Deccal çıktığı vakit beraberinde su ve ateş vardır. Ancak halkın ateş olarak gördüğü tatlı sudur; halkın su olarak gördüğü ise yakıcı bir ateştir. Sizden kim o güne ererse, halkın ateş olarak gördüğüne düş(meyi kabul et)sin. Çünkü o, tatlı soğuk sudur."

Buhari, Fiten 26, Enbiya 50; Müslim, Fiten 105, (2935); Ebu Davud, Melâhim 14, (4315),

Ebu Saidi'l-Hudri radıyallahu anh'ın anlattığına göre, Aleyhissalâtu vesselâm'a Deccâl'den sormuştur. Aleyhissalatu vesselam da şu cevabı vermiştir:

"O (Deccâl) çıktığı gün (aynen bir insan gibidir) yemek yer. Ben size, onun hakkında, benden önceki peygamberlerden hiçbirinin kendi ümmetine anlatmadığı hususları anlatacağım: Onun sağ gözü meshedilmiştir (görmez), pertlektir, göz hadakası yoktur, sanki hadakası çevrim içinde bir balgam gibidir. Sol gözü de inciden bir yıldız gibidir. Onun beraberinde sanki cennet ve ateşin birer misli vardır. Ancak hakikatta ateşi cennet, suyu da ateştir. Haberiniz olsun! Onun yanında iki kişi vardır; köy halkını inzar ederler. Bu ikisi köyden çıkınca Deccal'in ashabından ilki oraya girer."

Rezin tahric etmiştir. Hadisin kaynağı yok ise de, hadiste yer alan mefhumların şahidleri Sahiheyn ve diğer kaynaklarda çoğunluk itibariyle gelmiştir.

İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Veda haccı sırasında (bir ara): "Halk susup dinlesin!" buyurdular. Sonra Allah'a hamd ve senâda bulunup, arkadan Mesih ve Deccal'den uzunu uzun söz ettiler ve buyurdular ki:

"Allah'ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla inzar etti. Nuh aleyhisselam ümmetini onunla inzar etti, ondan sonra gelen peygamberler de. O, sizin aranızda çıkacak. Onun hali sizden gizli kalmayacak. Rabbinizin tek gözlü olmadığı size kapalı değildir. O ise sağ gözü kör birisidir. Onun gözü, sanki (salkımdan) dışa fırlamış bir üzüm dânesi gibidir. (İki gözünün arasında ke-fe-re yani kâfir yazılmış olacaktır. Bunu her müslüman okuyacaktır)."

Vikingler ve Amerika

Koskoca bir kıtanın kişisel nedenle kaybı
İS 1001

11. yüzyıl Viking halklarının en güçlü olduğu dönemdi. Kanunları çok iyi düzenlenmiş, vahşetleriyle ünlenmişlerdi. Yöneticileri dünyanın en zengin ve en güçlülerindendi. Bizans İmparatorluğu'nun gurur duyduğu şeylerden biri, İmparator Varangian'ın muhafızlarının tamamen Rusya'dan ve İskandinavya'dan gelme Vikinglerden oluşmasıydı. Vikingler gemileriyle Dublin'den Kiev'e kadar yelken açarlardı.

Ama şaşırtıcı bir şekilde, Amerika kıtasına yerleşmediler. Hem de Avrupalılar arasında yerleşme olanağına ilk onlar sahip olmuşken... Vikinglerin toprak hırsları, neredeyse altına duydukları kadardı. Nova Scotia kıyılarındaki yemyeşil 'Vinland' harika bir ödül olacaktı onlar için. Ayrıca Vikinglerin yerleştiği İzlanda'dan ve Grönland'dan daha iyi bir iklimi vardı. Toprağı verimsiz, havanın hep kasvetli olduğu anavatanları Norveç'ten de iyiydi. Yerlilerin karşı koyması yerleşmelerine bir engel teşkil etmedi.

Amerika'ya yerleşen Avrupalı göçmenlerin yerlilere karşı sahip oldukları tüfek gibi teknolojik üstünlükleri olmasa da zırhları ve çelik silahları yetmişti. Hem de pek uzak değildi. Grönland'dan Amerika kıyısına gitmek, Norveç'ten İzlanda'ya ya da İzlanda'dan Grönland'a gitmenin yarısı kadardı. Bugün bile Nova Scotia'da durursanız, ufukta yüksek Grönland zirvelerinin gölgesini görebilirsiniz. Öyleyse Avrupa'nın en yayılmacı, en dinamik insanlarından olan Vikingler yağmaya böylesine hazır bu kıtayı neden tercih etmediler?

Bunun yanıtı, Viking tarihinin en ünlü iki adamının karanlık geçmişlerinde yatıyor. Birisi Kızıl Eric, ya da nam-ı diğer Kanlı Eric; diğeri de oğullarından Leif Ericson'du.

Vikingler, tecavüz ve çapulculukta kötü bir üne sahip olsalar da, Kızıl Eric onlar için bile çok vahşiydi. Norveç'te ufak bir kavga sonucunda silahsız bir komşusunu öldürdüğü için önce Norveç'ten İzlanda'ya sürgüne gönderildi. Orada oğlu Leif doğdu. İzlanda'ya yerleştikten sonra yeni bir kavgaya tutuştu ve orada uzun süredir yaşayanlardan birini öldürdü. O sıralar onu sürgüne gönderecek başka bir yer olmadığı için, Eric'e birkaç komşusunun olduğu İzlanda'nın batı kesimine yerleşmesi emredildi. Bu da bir işe yaramadı.

982 yılında Eric yeniden kavga sonucunda birisini öldürmesiyle 'Kanlı' lakabıyla anılmaya başladı. Böylece Eric İzlanda'dan da uzaklaştırıldı. Ama katil aynı zamanda insanları etkilemesini de biliyordu. Etrafına bir grup memnuniyetsiz, sıkılmış Viking'i topladı. Uzun yola dayanaklı gemiler inşa ettiler ve batıya doğru yelken açtılar.

Eric ve arkadaşları, kara görene kadar beş yüz mil yol aldılar. Eric, yeşil ülke anlamına gelen Grönland adını, buzla kaplı bölgeye yeni insan çekmek için koymuştu. Eric ve arkadaşları İzlanda'ya geri döndüler ve orada bir koloni kurmak üzere birkaç yüz Vikingli aileyi ikna ettiler. Hava kötü, toprak kayalık olmasına rağmen burada yaşayan başka kimsenin olmaması her şeyi katlanılır kılıyordu. Böylece Eric'in bilfiil komutası altında belki de beş yüz kişiden oluşan bir koloni Grönland'e yerleşti.

1001 yılında, o zamanlar bütün Vikingleri çeken gezi tutkusu Eric'in oğlu Leif in de kanına girdi. Ama gitmek için kesin bir hedef belirlemişti. Çeşitli belirtilere ve söylenenlere göre daha batıda başka bir ada daha vardı. Babası hala Grönland'ın yöneticisiydi ve bu da Leif'in gemisine adam topla, bu adayı keşfetmek üzere yelken açmasına olanak verdi. Şaşırtıcı bir şekilde kısa süren bir yolculuktan sonra Nova Scotia'nın kıyısına vardılar. Babası gibi, Leif de iyi bir ismin insanları çekeceğini bildiğinden buraya Vinland adını verdi.

Vinland'ın anlamının üzümle pek bir ilgisi yoktu, doğru tercümesi "bereketli" ya da "dostane" ülke olabilir. Sonra, artık bin beş yüz kişilik kalabalık bir topluluğa sahip Grönland'a döndü. Babası gibi o da Vinland'ın keşfini duyurmak, yerleşecek insan çekmek ve babasının Grönland'da yaptıklarını yapmak istiyordu.

Ama kader buna izin vermedi. Kızıl Eric tahtını Leif'e bırakarak öldü. Anladığımız kadarıyla Grönland'ı iyi yönetmiş ve liderliği zamanında koloni genişlemişti. Ama Leif, yönetiminin ilk birkaç yılında ülkesiyle ilgilenmekten Vinland'a hiç vakit ayıramadı. Bu yüzden Vinland'la ilgilenme görevini kız kardeşi, Freydis'e verdi.

Freydis'in araştırma gezileri sonucunda ilk kez Vikingler ve Amerika yerlileri birbirleriyle karşılaşmış oldu. Vikingler taş ev yapmaya başladıklarında kalmaya karar verdikleri anlaşılınca, yerliler çevrelerinde küçük bir kontrol halkası oluşturdular. Bir araya geldiler ve elli kadar Vikingi gemisini geri püskürttüler. Vikingler kaybetmiş olsa da Freydis bu kaybedilen çatışmada bile bir kahraman olmuştu. Geri dönüp yerlilerin üstüne vahşi bir şekilde saldırarak, gemiler güvenle yola çıkana kadar geri çekilmelerini sağlamıştı.

Freydis, birkaç yıl sonra daha büyük bir grupla geri döndü. Bu sefer daha iyi silahlanmışlardı, sayıca daha fazlaydılar. Ama koloninin kaderi çoktan kötü çizilmiş gibiydi. Freydis'in gemisi karaya ilk çıkanlardan değildi. Freydis geldiğinde, sahiplenmeyi düşündüğü eve daha önce gelen iki erkek kardeş ve ailelerinin yerleştiğini gördü.

Babası, Kanlı Eric'in geleneğini sürdüren Freydis bunu kabullenemedi. Her iki kardeşi birden öldürdüğünde kimse araya girme gereğini duymadı. Ama karılarının ve çocuklarının da öldürülmelerini emrettiğinde kimse bunu yapmaya yanaşmadı. Öfkeden deliye dönen Freydis, eline bir savaş baltası aldı ve bu işi de kendi halletti.

O yıl sömürgeciler kışı geçirmek için Grönland'a döndüler. İki ailenin katlinin duyulmaması için çaba harcandı ama birileri yine de konuştu. Bu, Leif'i çok zor bir duruma soktu. Kız kardeşi nedensiz yere, Leif'in korumakla sorumlu olduğu kadınları ve çocukları öldürmüştü. Kurallara göre katili öldürtmesi gerekiyordu, ama aynı zamanda kendi kız kardeşini ölüme göndermesi Viking kurallarını çiğnemesi anlamına geliyordu. Sonunda, üzüntüyle ve kendini zorla Leif bir çözüm buldu, kız kardeşini sürgüne gönderdi ve Vinland'a gidilmesini yasakladı.

Belki de, Vinland'da hiç yerleşim olmazsa, hafızalardan bu kötü anıyı silebileceğine ve kız kardeşini geri getirebileceğine inanıyordu. Ya da bu fiyaskodan o kadar hayal kırıklığına uğramıştı ki, katliamın gerçekleştiği yerin bir daha ne adını duymak, ne de görmek istiyordu.

Böylece yıllar boyunca yasak sürüp gitti. Hatta Leif'in ölümünden sonra kötü hasatlar, zor kışlar yaşanmasına rağmen koloniyi batıya, Kuzey Amerika'ya doğru yaymamaları, bunu akıllarına bile getirmediklerini gösteriyor. Bunun yerine birçok kişi Grönland'da kalmalarının olanaksızlığını anladılar ve tekrar İzlanda'ya döndüler. Birkaçı kalmaya devam etti, ama iki yüz elli yıl sonra Grönland, tekrar kıta Avrupasından kimsenin olmadığı bir yere döndü.

Bu arada bütün bu yıllar sırasında, sadece ailede bir katil olduğu için Leif'in Vinland'a koyduğu yasak saygı gördü. Sonuç olarak, dönemin en dinamik ırkı Kuzey Amerika'yı işgal etme şansını kaçırmış oldu. Eğer Eric'in oğlu, kız kardeşinin gözden düşürdüğü topraklara gitmeyi yasaklamasaydı, bugün dünya ne kadar farklı olurdu?

Ama o zaman, yapılacak en iyi şey gibi görünmüştü.

Vampirler Gerçekten Var Mı?

Bir Alman araştırmacı, vampir efsanelerinin kökenini araştırdı. Sonuçta bu ‘ölümsüz’ vampirlerin köylerde ölen komşular olduğunu ayrıca kan emici bile olmadıklarını buldu. Romanya, Macaristan, Arnavutluk, Bulgaristan ve Makedonya gibi Güneydoğu Avrupa ülkelerinde anlatılan öykülerde vampirlerin önemli bir rolü var.

Tabutlarını her zaman giyimli olarak terk eden vampirlerin, yanaklarında ve burunlarındaki çürümelerle oluşan hafif çukurluklar dışında aslında pek de ilgi çekici tarafları yoktu. Hatta köpek dişlerinin uzaması gibi en belirgin vampir özelliği bile Güneydoğu Avrupa vampirlerinde hiçbir zaman görülmemişti.

Bonn Üniversitesi tarihçilerinden Peter Kreuter’in araştırmasına göre dünya kamuoyunun, Bram Stoker’in 1897 yılında kaleme aldığı ‘Lord Dracula’ romanından tanıdığı vampir tiplemesinin, halk söylencelerindeki ‘Ölümsüzler’ ile pek ortak yanı yok gibi. İlk vampirler ne kan emici ne de baştan çıkarıcı yaratıklardı. Hatta gün ışığında bile kaybolmuyorlardı. ‘Halk arasında anlatılanlar arasında egzotik kam emicilere yer yoktu’ diyor Bonn Üniversitesi tarihçilerinden Kreuter. Sıradan insanların vampirleri köylerdeki ölülerdi, yani komşular.

Kreuter, etnologlarca yayımlanan ve bugüne dek pek dikkate alınmayan sayısız raporu inceledi. En eski vampirler 1382, en yenisiyse 1968 yılında ortaya çıkmış. Bir köyde yaşanan uğursuzluklardan (bunlar bilinmeyen hastalıklar ya da ekini savurup götüren fırtınalar olabiliyor) her zaman bir ölümsüz sorumluydu. Ölünün dirilmesi, muhakkak bir uğursuzluğu da beraberinde getirirdi.

Onlara yaklaşan biri, eğer esrarengiz bir biçimde hayatını yitirirse, komşuları ve akrabaları için sonsuz bir bela haline gelirdi. Lanetliler bir kez mezarlarından çıkmaya dursun, bundan sonra kurbağa, tavuk, at ya da fareye dönüşür ve gündelik yaşamlarında bu şekilde dolaşıp dururlardı. Hatta bazıları alet ya da kap kacak biçimine bürünür ve zarar verebilmek için her zaman onlarla birlikte olurlardı.

Sarmısak ve Kutsal Su

Sarmısak, kutsal su ya da haç yardımıyla tehlikeleri atlatamayan köylüler, suçluyu yakalayabilmek için daha farklı yollara başvururlardı. Mesela mezarlık çevresine kül serpiştirerek vampirin ayak izlerini takip etmeye çalışır ya da halk arasında cinleri görebilen ve ölümsüzlerin bulundukları yerlere huzur getiren hayvanlar olarak bilinen kara horozları salarlardı. Ancak tüm çabaların boşa gittiği de olurdu. ‘İşte böyle zamanlarda köylüler kötüye karşı savunabilmek için biraz daha yakınlaşırlardı’ diyor Kreuter.

Yaşamlarında garip olaylarla karşılaşan yakınlarının ölümü, köylülere yeni bir kuşku ve korku kapısını aralıyordu. Kuru ot yığınından düşen, sarhoşken kapıyı kıran, bedeninde bir lekeyle dünyaya gelen, çok genç ya da çok yaşlı ölen herkes uğursuzluğu içinde taşıyan ve gelecek kuşaklara aktaran şüphelilerdi.

Mezarda Rahat Yok

İşte bu kuşkulu ölüler yakınlarına mezar başında büyük zahmetler verirdi. Yalnızca mezarlarında savunmasız olduklarından, topuk ve dizlerindeki damarlar kesilir, üzerlerine taşlar atılır ya da doğrudan doğruya tabuta çivilenirlerdi. Romenler, birkaç on yıl öncesine kadar ölülerinin arkalarına bir diş sarmısak iliştirir ve ayaklarını iple bağlayarak gömerlerdi. Dalmaçya’da ise bazı kontrol grupları, birkaç yılda bir mezarlığa giderek şüpheli ölülerin gerçekten çürüyüp çürümediklerine bakarlardı. Eğer eti hala diri görünüyorsa kalbine bir kazık çakılır ve diğer dünyada huzur bulması istenirdi.

Öbür Dünyanın Kanıtı

Kreuter, Güneydoğu Avrupa’da vampir öykülerinin bu denli yayılmasının nedenini Ortodoks Kilisesi'nin ölüler hakkında ne mantıklı ne de mantıksız bir açıklama yapamayışına bağlıyor. Ölümsüzler, bir yerde ölümden sonraki durum hakkında bilgi veriyordu halka. ‘Her vampir öbür dünyanın varlığına işaret eden bir kanıttı’ diyor Kreuter. İnanışa göre ölümsüz olarak köye dönmeyenler, herhangi bir yerde huzura kavuşmuş oluyorlardı.

Bilim adamları vampir inançlarını bazı egzotik hastalıklarla da ilişkilendirmişlerdi. Delirme anında ortaya çıkan beklenmedik saldırılar, metabolizma bozukluğuyla meydana gelen porfirya hastalığının özel bir türü olabilirdi. Işığa karşı duyarlı olan porfirya hastalarında çok az miktarda hemoglobin ürediğinden yüzleri soluklaşır ve dişetleri kanar.

Tarihte 200 Olay

Yüzyıllar boyu buna benzer sadece 200 olayın yaşandığı hatırlatıyor Kreuter ve porfirya teorisine karşı çıkıyor. Hatta bazı psikologların yorumlarını da mantıklı bulmuyor. Psikologlar, vampir inançlarını seks fantezilerine düşkün erkeklerin, kadınları kanlarının son damlasına kadar sahiplenmek istekleri fakat kendi bedenlerine zarar vermek istemeleriyle açıklıyorlar.

11 Eylül!

11 Eylül olaylarında ikiz kulelere çarpan uçaklardan birinin uçus numarasi Q33 NY imis.

Simdi bir word belgesi açıyorsunuz tertemiz, bu rakam ve harften
olusan uçus numarasını kopyalıyorsunuz.
Daha sonra bu yazıyı karakter büyüklüğünü 72 (en büyük) yapiyorsunuz.
Yazı karakterini de "Wingdins" olarak ayarlıyorsunuz.


Karşınıza çıkacak olan manzaradan haberi olan var mıydı?

Çanakkale´de kaybolan alay

ÇANAKKALE´DE YOK OLAN ALAYI UFOLAR MI KAÇIRDI?

Mustafa Kemal´in gizli gücü UFO´lar mıydı? Bermuda Üçgeni bizde de mi var? İngiliz gizli belgelerinden alıntılar..

Anadolu UFO tarihçesini önümüze aldığımızda, en eski örnek olarak tarihçi Plutarch´ın yazdıkları karşımıza çıkar; Roma Generali Lucullus´un emrindeki lejyonlar, Pontus Kralı VI. Mithridates´in ordusu ile İÖ 72. yılında, Çanakkale yakınlarında karşı karşıya gelirler. Pontuslular´ın galip geleceği kesin gibidir çünkü sayıca üç misli öndedirler tam Roma ordusuna saldırıya geçecekleri sırada, gökyüzünde bir parlama olur ve silindir biçiminde, parlak gümüş renginde dev bir cisim yere iner. Her iki ordu da olayın karşısında, şoka girerler ve savaşı bırakarak geriye kaçarlar. Ötesi bilinmiyor.. İkinci olayımız daha yakın bir tarihten, 12 Ağustos 1915; Çanakkale´de Gelibolu Savaşları´nın tam göbeğindeyiz; 29 Temmuz´dan beri Suvla Koyu kıyısında bulunan İngilizler´in 4. Norfolk Taburu, 60.tepeye doğru yola çıkıyor. Taburu karşı tepede bulunan Yeni Zelanda 1.Sahra Birliği izlemekte. Norfolk Taburu, dere yatağına tırmanırken tepelerinde yere kadar inmiş bir bulut vardır. İngiliz askerlerinin öte yana geçmeleri için bulutun içinden geçmeleri gereklidir ve yollarına devam ederler yani buluta girerler. Ya sonra? İnanılması çok güç, yaklaşık 250 asker, karşı tepedeki Yeni Zelanda´lı askerlerin gözleri önünde tepenin bir yanından buluta girerler ama hiç kimse tepenin öteki yanında ortaya çıkmaz. Evet, yanlış okumadınız yaklaşık 250 ingiliz askeri, Çanakkale´de bir tepede yere inmiş bir bulutun içine giriyorlar ve bir daha da çıkamıyorlar.

Shipton ana´nın kehanetleri

"Kadınlar pantalon giyince; demirler suda yüzünce, insanlar suyun içinde yürüyüp, konuşunca; düşünceler havada uçunca; bu kehanetler yerine gelecek." Bu yazıda bir garip kadının sırrının aslında annesinden geldiğini hayretle okurken, kehanet sisteminin ardında bir başka, bir tuhaf, korkunç bir gücün bulunduğunu göreceksiniz. Gelecek görülebiliyor ama anlaşılamıyor, geleeceği görenler yaşamadıkları gerçekleri ve görüntüleri anlamıyorlar, anlamayınca da kendi çağlarındaki algı ve anlayış içersinde kalarak, öngörülerini iyice anlaşılmaz hale getiriyorlar. Bir düşünün, 1000 yıl sonrasını görsek acaba ne anlar, nasıl tarif eder veya tanımlardık... İngiltere Kralı 7. Henry´nin saltanat sürdüğü dönemde, 1486´da Yorkshire, Knaresborough´da yaşayan yetim Agatha Southeil adlı 16 yaşında bir kız vardı, tek başına sarp kayalıklarda dolaşır, kentteki Katolik cemaatinin yardımıyla karnını doyururdu. Bir gece, yıllar önce göç etmiş olan Mağribiler´in yaşadığı kulübenin yakınında uyumaya çalışıyordu. Kulübeden çıkan pelerinli ve şapkalı bir yabancı yanına geldi, genç kız adamın farkında değildi, görmeyen gözlerle karanlıklara bakıyor ve belki de günlerden beri süren açlığın acısından kurtulmaya çalışıyordu. Adam yanına gelip, burada ne yaptığını sorunca kendine geldi ve ağlamaya başladı. Yüzü belli olmayan pelerinli adam kolundan tutup kızı yerden kaldırdı, eli buz gibi soğuktu, karanlıkta görünen gözleri alev alevdi. Genç kız karşısındaki adamın yörede sık sık korkuyla sözü edilen Karanlıklar Prensi olduğunu düşünerek, dehşete düştü ve kaçmak istedi. Ama tam o anda Ay ışığı adamın yüzünü aydınlattı, karşısında çok yakışıklı bir genç bir delikanlı duruyordu. Yabancı gülümsedi; "Gözyaşlarını sil, artık talihin değişecek. Artık yoksulluk ve ümitsizlik çekmeyeceksin, ödülün zenginlik olacak, ağlama " dedi, sesi yumuşak, yankılı ve hipnotikti. Agatha içinin geçtiğini hissetti, uykusu gelmişti, garip adamın ne kadar yanında kaldığını bir daha hiç hatırlamadı. Gün doğarken uyandığında yanında kimse yoktu, olanların bir rüya olduğunu düşünürken yerde bir kese içine konulmuş altın ve bakır paralar buldu.

Meryem Ana Gizemi




Üçbin yıllık bir uygarlığın merkezi olan ölümsüz Efes´in hemen bitişiğindeki zümrüt dağa tırmanalım, şimdiki adı Bülbül Dağı, daha önce Panaya Kapulu denirmiş yani eski Anadolu Rumları burayı kutsal bilir, gelip ayinler yaparlarmış. Bülbül Dağı´nın tam tepesinde çok ama çok eski bir ev vardır ve işte bu evde bir büyük peygamberin Hz.İsa´nın annesi Meryem Ana´nın ölümünün son yıllarında yaşadığı ve öldüğü kabul edilir, bu inancın ne kadarı gerçektir? Tartışılır ama ortada bir başka ilginç olay var; İzmir´in Selçuk İlçesi´nin hemen yanıbaşında olan Bülbül Dağı´ndaki Meryem Ana Evi, nasıl bulundu biliyormusunuz? Tam bir Ruhçuluk olayı ile, 3500 km ötede yaşayan kötürüm rahibe Anne Caterina Emmerich tarafından. Olabilir diyeceksiniz ama dikkat edin, kötürüm dedim, Emmerich genç kızken geçirdiği felç sonucunda kötürüm kalmıştı, ölünceye kadar da ayağa hiç kalkamadı...





Anne Caterina Emmerich, mistik medyum olarak Parapsikoloji literatürüne de geçmiştir, kötürüm rahibe, bir tür transa geçiyor ve Hz.İsa veya Meryem Ana ile ilgili vizyonlar görüyordu, yarı uyku haldeyken gördüğü bu vizyonları anlatırken, dönemin şairlerinden Clemans Brentano Emmerich´in anlattıklarını yazdı İşte o yazılanlar veya sonraki Brentano´nun "Anne Caterina Emmerich´in Vizyonları" adlı kitabı şu andaki evin bulunmasını ortalama 200 yıl sonra sağladı. Bu kitapdan yola çıkan İzmirli bir grup dindar, Meryem Ana´nın evi olarak anlatılan evi, tam olarak Anne Caterina Emmerich´in anlattığı yerde buldular...




Meryem Ana´nın Efes´e gelip, son yıllarını yaşadığını ve de öldüğünü bir şekilde kanıtlayan bir çok belge var ama bütün bunlar uzun bir konu, teolojik ve antik metinler üzerinde tartışmalar getirebilir, kaldı ki bu tür metinlerin birbirleriyle olan çelişkileri de ayrı bir dert. Beni daha çok ilgilendiren bir diğer önemli bir gizem daha var; Hz.İsa´nın annesi eğer Bülbül Dağı´nda öldüyse ve eğer bu bir an bunun bir gerçek olduğunu düşünürsek, demek ki Meryem Ana burada bir yere gömülmüştür. Ev, Emmerich´in vizyonları sonucunda bulunduysa, mezar da bulunabilir? Böyle bir mantık sürdürürsek haksız sayılmayız, tekrar belirtiyorum tabii eğer bütün bunlar gerçekse. Böyle bir kesin cevap yok, belki de olmamalı diyorum bazen çünkü büyük dinsel kişiliklerin peygamberimiz Hz.Muhammed´in dışında hiçbirisinin mezarı belli değil veya Meryem Ana´nın şahsında, Müslüman Anadolu toprağı üzerinde evrensel barış tohumlarının atılması fikri belki de yanlış ya da zaman erken. Acaba, bunlar gerçek mi? Geleneksel inançların peşinden mi gidiyoruz yoksa işin içinde bilinmeyen birşeyler var mı? İkisi de mümkün, çünkü gerek Bülbül Dağı, gerekse de altta sözünü edeceğim Şirince Köyü bilinmeyen sırları saklıyorlar sanki. Zaten, bu kadar mistik duygunun çağlar boyunca biriktiği bir yerde, az birşey insan olsanız bütün bunları hissetmeniz olası değilmidir? Şöyle bir bakıp geçildiğinde veya gidildiğinde, Meryem Ana evi gezildiğinde mistik bir doyumla huzur bularak oradan ayrılırsınız. Ama aslında, olayın psikolojisi farklıdır, çünkü gerek söz konusu yöre, gerekse de Meryem Ana olayı, günümüzde dünyayı yönlendiren iki dev dinin İnsanlığı tek bir noktada buluşturduğu tek yer olduğu gibi, gezegensel barışın da elle tutulur biçimde yaşatılabileceği ender yerlerden biridir. Buraya kadar olan kısma bir mola verip, yine aynı bölgede olan konuyla içiçe bir başka yere geçelim.

Yine oralar gider veya yolunuz Güney Ege´ye doğruysa, o zaman Selçuk´dan geçmek zorundasınız. Selçuk´ da durun ve bu yazıyı anımsayarak önce şimdiki adıyla Şirince olan köyü ve sonra da yine şimdiki adıyla Bülbül Dağı´nı ziyaret etmeden geçmeyin. Şirince pek değil ama büyük bir ihtimalle Bülbül Dağı belki de çoğunuzun bildiği yerlerdir olsun, Selçuk ve Kuşadası yöresini ancak iyi bilenler Şirince´yi görmüş ve duymuşlardır. Şirince ya da eski adıyla Kirkince, Osmanlının Türk-Rum Egesi´nin yaşayan tek örneğidir, artık Rumlar orada olmasa da, anı hala sürer ve yine Şirince Meryem Ana ve Efes inancının öteki ucudur ama daha karanlık bir uç. Kaynaklar, Şirince´de Kurtuluş Savaşı öncesine kadar yaşayan Rumların her yılın 15 Ağustos´unda köyden kalkıp Bülbül Dağı´ra kadar süren bir kutsal yürüyüş ve kutlama yaptıklarını belirtiyorlar, bu gelenek Meryem Ana için yüzyıllardır yapılırmış. Bu bir kanıt mı? Bir inanç dün ortaya çıkmaz, şu anki haline gelmesi için yüzlerce yıllık bir alt yapısı olmalıdır ve zaten gerek Şirince, gerekse de Aziz Yuhanna´nın kiliseninin bulunduğu Selçuk, Hıristiyanlığın çok çok eskilerdeki doğum yerlerinden değiller mi? Meryem Ana geleneğinin Şirinceli Rumlara bu şekilde geçmesi olası değil mi?

Eski adıyla Panaya Kapulu ´ya yani Bülbül Dağı´na gittikçe artan keyifli virajlarla tırmanıp, Meryem Ana Evi´ne geldiğinizde, hele dönem turizm sezonu ise, bir tarafta haç çıkararak, rahiplerle beraber dua eden Hıristiyanları, bir tarafta ise Kuranı Kerim´in Meryem Suresi´ni, Fatiha ile beraber okuyan Müslümanları görürsünüz. Hz.İsa ve Hz.Muhammed bu küçücük taş yapıda kendinden sonrakilerin beceremedikleri bir şekilde ve aslında olması gerektiği gibi burada kucaklaşırlar, ortak noktaları ise kutsal bir kadındır; Meryem Ana yani bir ayrı dinin İslamiyet´in de kutsal kabul ettiği kadın..

Kimdir bu Meryem Ana? Bütün zamanların en tanınmış kadının o olduğu tartışılamaz, yanısıra bir peygamber annesi olmasının dışında, metafizik boyutları olan gerçekten yaşamış bir insanmıdır? Müthiş bir popülaritenin zirvesinde yaşayan bu kadın öylesine etkindir ki, zaman zaman oğlunun dinsel kişiliğinin dahi üzerine çıkmış ve hiçbir din ya da inançta raslanmayan bir kutsanma ile adına özel kiliseler, manastırlar kurulmuştur. Ne Hz.Muhammed´in, ne Hz.Musa´nın ne de Buda´nın dinlerinde böyle bir kutsal kadın tiplemesi yoktur.




İşte salt bu noktada Meryem Ana veya Bakire Meryem, 1991´in Aralık ayında Time dergisinde kapak olarak, tarihin ilk feministi ilan edildi, ona aftedilen kimlikler hep şaşırtıcıydı; "Evrenin Kraliçesi, Tanrı´nın Cariyesi, İki Alemin Tanrısalı, Bilginin Anası" gibi.. Ve tabii Madonna kimliği; (Aman dikkat, bu Madonna tanımı, şimdiki çılgın medya çıplağı Madonna değil, önemle duyurulur zira Madonna sözcük anlamında bakireliği ve arınmışlığı ifade etmekte,bizim sarışın pop kızımız ise tam aksini simgeliyor.) Yaklaşık bir düzine kaynak ve daha bir sürü araştırma Meryem Ana´nın Selçuk´a yani Antik Efes´e gelip yaşadığını ve orada yaşama veda ederek, gizli bir yere gömüldüğünü belirtiyorlar. Gizli mezarı şimdilik bir yana bırakacak olursak, Meryem Ana´nın Kudüs´den Efes´e getirildiği kesin gibi gözüküyor çünkü bu konuda ciddi kaynaklar ve kanıtlanmış tezler bulunuyor. 1896´da Papa 9.Pius´ un Bülbül Dağı´nı Hac Merkezi ilan ettiğinden bu yana, kurulan dernek ve vakıfların sayısı onları buluyor. Ve yine soruyoruz, bunlar gerçek olabilir mi diye?

Nasıl olmuş da Meryem Ana , 2000 yıl öncelerinde Kudüs´den yola çıkıp, buralara gelebilmiş? İncillerden biri olan Yuhanna İncili bize şu öyküyü anlatır, ama dikkat edin öteki üç İncil´de öykü böyle değildir. Hz.İsa çarmıha gerildikten sonra, son dakikalarını yaşarken ayağının dibinde havarilerinden John veya Yuhanna bulunur, Havari John Meryem Ana´yı ve Azize Mary Magdalena´yı son anda orada bulunsunlar diye getirmiştir. İşte tam o acı anda, Hz.İsa başını çevirir ve John´a annesini göstererek; "İşte senin annen.." ve sonra da annesine "işte senin oğlun.." der. Çizilen teolojik kişiliğe göre Havari John, efendisi İsa´ya saf ve katışıksız ve hatta militanca bağımlılığı olan biridir. O andan başlayarak John, İsa´nın emrini benimser, Meryem Ana´yı, Mary Magdalena´yı ve daha birkaç yakınını yanına alarak korumaya çalışır ama Kudüs, İsa´ya ilk inananlar ve yakınları için artık tehlikelidir. Gerek fanatik Yahudiler, gerekse de egemen Romalılar göz açtırmamakta ve yakaladıklarını öldürmektedirler.

Sonuçta John kutsal kadınları yanına alarak, Kıbrıs üzerinden Anadolu´ ya uzanan yola düşer, 2000 yıl öncelerinin dünyasında çok önemli bir liman kenti olan, ticaret merkezi Efes´e kadar gelirler. Neden mi Efes? Çünkü Efes o yıllarda tam bir megapolisdir ve herkese açıktır. Üstelik belli bir anlamda da orada düşünce özgürlüğü vardır, ayrıca da İsa ve yarattığı olaylar henüz oralarda etkin ve duyulmuş değildir. Kaynaklara göre Meryem Ana ve yakınları Efes´e gelerek, gözden uzak, güvenli ve huzurlu ve aynı zamanda da kente ve limana hakim olan Bülbül Dağı´na yerleşirler, John efendisinin annesine küçücük bir taştan ev inşa eder, işte bu ev bugün ziyaret edilen evin bulunduğu yerde yapılır, şu an ziyaret edilen ev, John´ un yaptığı ev değildir, aynı yere yaklaşık 300 yıl sonra yapılan kilise yapısıdır. Yani John´un Meryem Ana için yaptığı evin temellerinin üzerine yapılan yapıdır, araştırmalar bunları gösterir.

Acaba, Yuhanna´nın yazdığı İncil, kendine özel konum yaratmak için taraflımıdır? Böyle olmuş olabilir mi? Ayrıca, İncillerin asıllarını hiç görmediğimiz için kuşkulanabilirmiyiz? Bilimsel olarak evet, Yeni Çağ mantığı ile yine evet ama kutsal metinlere inanırsak, kural gereği hayır, kısacası öykü budur ve Meryem Ana burada ömrünü bitirip ölmüş olmalıdır ama buna karşın tekrar Kudüs´e geri döndüğünü yazan dinsel iddialar ve karşıt görüşler de vardır. Neyse, biz yine eve geri dönelim..

Bu ev nasıl bulundu sonusuna dönerek öyküyü tamamlıyalım. Galiba işin en doğa ötesi yanı burada başlıyor. Çünkü evi ve evin yerini, oraya 3500 km uzaklarda yaşayan ve kötürüm olduğu için yaşamı boyunca evinden dışarıya hiç çıkamayan bir alman rahibesi, vizyonlar görerek buldu. Anne Caterina Emmerich, Almanya´da Westfalen´de Flamsk´ da 1774´de doğdu ve 1824´de Dülmen´de öldü. Genç kızlığında geçirdiği bir hastalık sonucunda kötürüm kaldı ve bir daha hiç ayağa kalkamadı, onun vizyon denen uyanıkken gördüğü hayallerle yerini gösterdiği ve buldurduğu ileri sürülen Meryem Ana Evi´nde yüzyıllar sonra sayısız yürüyemeyen hasta şifa bulacak ve iddialara göre belgelerle kanıtlanacaktı. Emmerich, yatağında vizyonlarını anlatırken, yanında bulunan Clemens Brentano adlı Alman ozanı, tüm söylediklerini yazdı ve bir kitap haline getirdi. Bu kitap bir zaman sonra basıldı ve Kilise literatüründe yerini aldı, artık yüzyıllar boyunca okunacaktı. Brentano´ nun kitabı sonraki yıllarda olay oldu ve 1891 yılında İzmir Koleji Müdürü Paulin, kitabı okuyunca şok geçirdi. Çünkü Emmerich´in vizyonlarında adı geçen Panaya Kapulu Dağı´nı biliyordu, o yıllarda adı Kirkince olan Şirince Köyü´nün Rum sakinleri dağa giderek dini törenler yaptıklarını da biliyordu, öyleyse Emmerich, vizyonlarında Meryem Ana´nın 15 Ağustos´da öldüğünü söylüyordu. Öyleyse doğru söylüyordu. Ama nasıl? Ömrü boyunca Almanya´nın küçük bir köyünden hiç ayrılmamış, kötürüm bir kadın, binlerce kilometre uzaktaki yöresel bir geleneğin yıldönümünü nasıl bilebilirdi?

İşte, Selçuk Bülbül Dağı´ındaki Meryem Ana Evi ile ilgili inancın ilk soru işareti buradadır, çünkü tüm inanç Emmerich´in söylediklerinin üzerinde gelişir. Acaba, kötürüm rahibenin söylediklerini kitap haline getiren Brentano´mu eklemeler yaptı? Peki, Brentano Bülbül Dağı´nı ve Şirince´yi nasıl bilirdi? Ya da kitap, salt Brentano´nun değil de, Vatikan´ın veya dinsel bir grubun Batı Anadolu üzerindeki Hıristiyan emperyalizmine yönelik planının bir parçası mı?

Hemen ikinci soru işaretine geçelim; İzmirli Paulin ve arkadaşları uzun aramalar sonunda tam kitapta anlatıldığı gibi önünde bir dere akan, ağaçlar arasında, tarif edilen kaya ve çalı kümeleri içinde bir evin temellerini bulurlar, ortalık ayağa kalkar, peşpeşe gruplar gelir ve Meryem Ana´nın burada yaşadığı inancı inanılmaz bir hızla yayılır. Daha sonra uzmanlar, bulunan yıkıntının Milat´dan yüzyıllar sonrasında yapılmış bir Bizans kalıntısı olduğunu söyleyeceklerdi ama bunun üzerinde pek durulmadı çünkü bulunan Bizans yapısı, daha eski bir temelin üzerine yapılmış, deniyordu. Gerçekten de, gerek Paulin, gerekse sonra araştırmacılar ortaya bir çok belge de koymaktadırlar, bazıları çok ciddi olan bu belgelere göre, Meryem Ana Efes´e gelmiş ve orada yaşamıştır. Ama resmi tarihte böyle bir referans yoktur, kaynaklar genel olarak teolojiktir, hemen hemen kesin olan şey Aziz Yuhanna´nın Efes´e geldiğidir, ya da adı Yuhanna olan ve Hıristiyanlığı vazeden birinin. Ve bu adamın yanında bazı kadınlar vardır, biri de Meryem´dir ama hangi Meryem? Yaklaşık 2000 yıl öncesinden söz ederken, ne yazık ki gazete arşivlerine bakamıyoruz, ancak söylentilerle yetinebiliriz ve uzak geçmişin söylentileri inançlarla bütünleşmiştir, artık onları birbirlerinden ayırmanız ve netleştirmeniz mümkün olamaz. Meryem kimliğine yine döneceğiz.

Paulin ve sonraki yandaşlarının çabaları sonucunda Meryem Ana Evi kısa zamanda bir turizm ve şifa merkezi haline geldi. Papa tarafından evin Meryem Ana´nın evi olduğu ve bu yüzden de Kutsal Hac Merkezi olduğu ilan edilinceye kadar olaylar böyle gelişti. Politik çevreler, geçen yıllar içersinde olaya iki zıt açıdan yaklaşıyorlardı, ilki yüzyıllardır süren Yunan menşeli Megaloidea´nın bir parçasıydı bu, nitekim 1985´lerde Meryem Ana Evi ile ilgili dokümanter bir film projesini TRT´ye sunduğumda yetkililerden "Türk topraklarını Hıristiyan dünyasına hedef göstermek mi istiyorsunuz.." cevabını bizzat almıştım.

Eski İyonya, şimdiki Batı Anadolu Kurtuluş Savaşı´ndan beri bu kavganın odak yeri değilmiydi? İkinci görüş ise, Meryem Ana Evi´nin turizm yönünden paha biçilmez bir yer olduğuydu, bu da bir gerçek çünkü her yıl büyük bir turist-hacı kitlesi Bülbül Dağı´na akmakta. İzmir´de bulunan ve genelde eski levantenlerin elinde bulunan Meryem Ana Derneği ve arka plandaki Amerikan menşeli Quatman Vakfı hem Ev´in, hem de Selçuk´da bulunan Aziz Yuhanna Kilisesi´nin bakım, onarım, personel gibi giderlerini karşılıyorlar, Dernek´de Selçuk Belediyesi payından ve diğer yasal çıktılardan sonra kalan belli bir payı almakta. Turizm gelirinin yanısıra, ciddi bir bağış gelirinin olduğu görülüyor. Aslında ortada hiç de azımsanamayacak gelirler vardır. Demek ki, turizm açısından Meryem Ana Evi gerçekten çok önemli bir yer ama öteki görüşe yönelir ve Türk-İslam topraklarında bir Hıristiyanlık merkezi olmaz, dersek doğru mu düşünürüz?

Hayır, artık Haçlılar çağında değiliz, kimse kimsenin toprağına dinsel nedenlerle saldırmıyor, hoş Bosna´daki gibi etnik ve dini bahanelerle veya Güneydoğu Anadolu´da olduğu gibi etnik mazeretlerle petrol ve suya yönelik ekonomik çıkarların örtbas edildiğini görmüyor değiliz ama bunları artık aklı başında olan hiçkimse yutmuyor, tabii oralardaki militarist duygularla kandırılmış insanların dışında. Hıristiyan dünyası, geçmişte yaptığı gibi yine "Allah´ın oğlunu ve anasını kurtaralım.." saçmalığını kolay kolay bir daha yapmayacaktır ama politika saçmalığının nelere malolacağı da hiç bilinemez.

Kısacası, Meryem Ana Evi, bir turizm merkezi olarak ve daha da ötede dinsel turizmin gücü düşünüldüğünde Hac Merkezi olarak çok önemlidir, hatta Türk Hükümetleri buraya çok daha fazla önem vermeli ve işin promosyonunu dışardakilere bırakmayarak ciddi biçimde üslenmelidirler. Arabistan´ın, Vatikan´ın, Hindistan ve Güney Fransa´ın din turizminden veya Hac turizminden neler kazandığını iyi biliyoruz. Neyse.. Birinci sorumuz ile lişkisi olan ikinci sorumuz, Paulin ve arkadaşlarının mı bu senaryoyu hazırladıkladır? Yukarda anlattıklarıma bağımlı olarak tabii..




Eğer, Clemans Brentano bunları yakıştırmadıysa, Paulin ve arkadaşları Brentano´nun kitabına göre oturup bunları yakıştırıp, planlamadıysalar veya Vatikan menşeli bir plan yoksa, o zaman ortada Emmerich adlı Parapsikolojik bir olay kalır. Kötürüm Rahibe, binlerce km. uzaktan, hiç görmediği bir yeri görmüş ve binlerce yıl önceki olaylara vizyonal olarak tanık olmuştur. Bu yaklaşım, bu kitabı göre imkansız sayılmaz çünkü benzeri ciddi vakalar vardır, tek handikapı çok eskilerde olmuş olması ve inanç sistemiyle çakışmasıdır. Dinsel medya çok aldatıcıdır, yüzyıllardır İtalya´da Turin´de bulunan ve Hz.İsa´nın Kefeni diye milyonlarca insana sunulan bez parçasının geçen yüzyıla ait olduğu uzmanlar tarafından ortaya çıkarılınca, insanlar şok geçirmişti. Ciddi iddiaların, inançlarla karıştırılmaması gerekir, Amerika´da bazı şarlatan din adamlarının cam bir şişedeki adi suyu, Meryem Ana´nın rahminin suyu diye yutturmaya kalkıştıkları bilenen olaylardan sadece biridir. Geçmişte olanlar bizler için karanlıktır, önceki bölümde üzerinde durduğum gibi Tarih sadece kuşkudur ve yanlıdır. Bir an için uygarlığın yokolduğunu ve geriye sadece Türkiye Gazetesi´nin veya Marx´ın "Kapital" inin kaldığını düşünün, bu iki taraflı ve ideolojik anlatım biçimi geleceğin insanlarına bizi nasıl gösterecektir?

Bin yıl sonra, gereken kaynaklar yokolursa, acaba Mihail Gorbaçov, Marx adlı peygamberin kutsal kitabını ve inancını yokeden inançsız ve kötü kral olarak mı tanımlanacaktır? Aynen Tevrat´daki hikayelerde olduğu gibi.. Ya da, Tansu Çiller ikibin yıl sonra Türkiye adlı bir yerde, erkeklerin hegemonyasını yıkıp, kabilesine iyi bakan amazon Kraliçe olarak mı anımsanacaktır? Veya Cem Boyner, Musa´ya karşı çıkan tüccar öyküsünde olduğu gibi, Kutsal Kraliçe´nin yasalarına çıkan bir hain olarak mı bilinecektir? Bizler, çok uzak geleceğe belki daha kalıcı şeyler bırakma şansına sahibiz, basılı kitaplarımız, filmlerimiz falan var ama bunların da ikibin sonrasına kalıp, kalmayacaklarını açıkçası henüz bilmiyoruz. Hepsi bozulup, yok olabilirler veya çok uzak geleceğin teknolojisi bunları anlamayabilir. O zaman ne olacak?

Geçmişle ilgili çok az şey biliyoruz, son iki yıldon bu yana birçok Batı ülkesinde Hz.İsa ve Meryem Ana ile ilgili ciddi araştırmalar başlatıldı, kaynaklar didik didik ediliyor. Hatta, bazı araştırmacılar o kadar ileri gittiler ki, İsa´nın yaşamadığını, Hıristiyanlıkla bir ilgisinin bulunmadığını ve Meryem Ana´nın bakirelik inancının boş olduğunu ileri sürdüler. O´nun bir simge hatta yaratılan kişiliğin ilk feminizm hareketi olduğu bile iddia edildi. Hz.İsa´nın tarihsel kişiliği gerçekten de belirsizdir, zaten tüm yaşayan dünya dinleri içinde İslam Peygamberi Hz.Muhammed´den başkasının yaşadığı bilimsel olarak kesinlikle kanıtlanamıyor. Hz.Musa tamamen belirsizdir, zaman zaman uzmanlarca Tek Tanrı inancını ilk kez ortaya atan Firavun Akneton´la karıştırılır, başta Velikovsky olmak üzere bazı bilinmeyenciler Nil´in ikiye ayrılması ve Musa´nın kıtlık, Nil´in renk değiştirmesi gibi dinsel mucizelerinin Mısır Tarihi´ndeki yerlerini araştırırlar ama kesin bir yere varılamaz.

Hz.İsa´da böyledir, günümüze ulaşmış, bilinen en iyi yazılı tarihlerden birisi Roma Tarihi´dir, öylesine ki 2000 yıl öncesinde Romalılar, Roma´dan Filistin´e kaç kilo tahılın, hangi gemi ve kaptanıyla, hangi tarihte yollandığını ve ne zaman ulaştığını dahi kaydetmişler. Ama bu kayıtlarda, yeni bir dinin kurulduğu ve gerçek Yahudi adıyla "İesus" yani İsa diye birinin peygamberlik iddiasında bulunduğuna raslanmaz. Zaten etnik ve teolojik olarak İsa kişiliği, ailesiyle beraber Yahudidir ve birçok kaynağa göre de o dönemler Roma Emperyalizmine karşı Yahudi direnişinin yoğun olduğu ve gizli örgütlerin kurulduğu çağdır. Bu örgütlerin en ünlüsü de Essenerler´dir, aynı zamanda da mistik bir gizem örgütü olan Essenerler, Roma´ya karşı bir tür terörizm uygulamalarının yanısıra, Mısır hatta İskenderiye kökenli Hermetik Filozofi öğretisine bağımlı, İonik ve Eluisyan ritüeller uygulayan katı bir tarikattır, İncil´deki Hz.İsa´nın çöl sınavında ve dağdaki ünlü konuşmasında bu izler açıkça görülür.

Barış ve sevgi sembolü olarak sunulan aslında Hz.İsa pek öyle değildir, yine İncillerde ünlü Süleyman Tapınağı´nın önünde kapitalist ve sömürücü düzeni simgeleyen sarraflara saldırır, sopayla tezgahlarını kırar ve altınlarını halka dağıtır, sonra da "..size ben kılıç getirdim.." der, zorluk, sıkıntı, mücadele ve eylem önermektedir, hiç de öyle tokata karşı öteki yanağını uzatacak biri değildir. Açıkçası, Mısır döneminden bire yaşanan emperyalizme karşı sosyalist bir hareket vardır ortada, zaten Hz.Musa öyküsünde de ezilen Yahudi toplumunun, ezen soylu Mısır kast sistemine ve simgesi olan firavuna baş kaldırması anlatılır. Aynı kavramı yüzyıllar sonra iki dini de kabul edip, İslamiyet çizgisinde sosyal ve hukuksal eşitliği vazeden Hz.Muhammed sürdürecek ve daha etkin olacaktır. Sonuçta, her üç peygamber de ezilmişliğin, sömürünün, sosyal ve hukuksal adaletsizliğin savunucusudurlar, teolojik yöntemlerinin ve kişiliklerinin yanında üçü de düzene baş kaldırmış ve şiddete baş vurarak amaçlarına yönelmişlerdir. Tanrısal ilişkileri ve mucize olarak tanımlanan hareketleri apayrı bir konudur, bunu idrak etmemiz ve bilim terazisine koymamız bu gün için mümkün olamaz. Demek ki son söz olarak peygamberlerin kendi dönemlerinin Yeni Çağcıları olduklarını söyleyebiliriz.

Çok dikkat çekici bir yerdeyiz, çağdaş pozitif bilim sadece parapsikolojik değil, tüm bilinmeyenlerin ve de teolojinin de karanlık, müphem, mantığa uymayan yönlerini gözden geçiriyor, doğruyu bulmaya çalışıyor. Bunu yapaken, özgür inancın dokunulmazlığını da unutmamak gerek, öylesine hassas bir dengenin kurulması lazım ki, hem toplumun inancı korunacak, hem de şiddeti, bağnazlığı ve cehaleti teşvik eden unsurlar ayıklanacak, işte Yeni Çağ misyonunun temel işlevlerinden birisi bu.

Emmerich´in daha doğrusu Brentano´nun kitabı bu kadarla bitmiyor, asıl şok daha ilerki sayfalarda, zira özgün adıyla Dülmen Rahibesi, Kutsal Anne´nin ölümünü ve nereye, nasıl gömüldüğünü de anlatıyor. O sayfalara kadar anlatılan ve yazılanlar eğer doğruysa, bu da doğru olabilir, hem Brentano´da, hem de destekleyen diğer kaynaklarda, Meryem Ana´nın Efes´de 63 yaşında öldüğü ve Havari John yani Yuhanna tarafından gizli bir yere gömüldüğü iddia ediliyor. Daha sonra John´unda Efes´de ölerek ve şimdi Selçuk´un içinde bulunan ve üzerine kilise yapılan yere gömüldüğü iddiasında olduğu gibi, yani Kutsal Anne Meryem Ana nin yakınına..

Gerçek böyleyse, sonuç inanılmaz olabilir eğer birgün Meryem Ana´nın mezarı ortaya çıkarılırsa, iki büyük din, ortak olarak kutsal kabul ettikleri kadının huzurunda bütünleşebilirler ve acaba o gün dinsel ayrım ve düşmanlık yok olup her iki dinin de gerçekte aradığı ve vazettiği barış gerçekleşir mi? Meryem Ana´nın mezarının kulağımıza gelen söylentilere göre yeri biliniyormuş ve uygun zamanın gelmesi bekleniyormuş. İlginçtir, kitabmın başlarında sözünü ettiğim İzmirli Ruhçuların bir kısmı da bu işin içinde, şimdi yaşamayan eski Selçuk Belediye Başkanı Cahit Tanman ve birlikte olduğu bir grup İzmirli Ruhçu, Meryem Ana Mezarı konusunda yıllarca adeta bir misyon sürdürdüler. Meryem Ana´dan ruhsal tebliğler alındı, mezarın yeri öğrenildi ama açıklanması yasaklandı, hatta Başkan kazı yapmaya niyetlendiği gece vefat etti gibisinden birçok öykü kulaktan kulağa yayıldı. Ruhçular istedikleri zaman sıkı misyonlar oluştururlar ama gerçeğin nerede başlayıp, bittiği anlaşılamdığından çoğu zaman kendi oluşturdukları misyonun içinde de kaybolurlar. Burada da öyle oldu ve ciddi araştırma çabalarıyla, misyonik inançlar karışarak kemikleşmiş bir mit oluşturdular. Öylesine ki, bizzat ağızlarından dinlediğim kadarıyla, Gazeteci Mete Akyol ve İzmirli Araştırmacı yazar Yaşar Aksoy´da o dönemlerde Meryem Ana Mezarı konusunda önemli deneyler yaşadılar ve inandılar.

Ne mi bekleniyor? Kimbilir, belki Emmerich tarzı bir vizyon veya bir başka fizik ötesi bir olay ya da, başka bir bilinmezlik, belki de bir raslantı.. Zaten bilinmeyen, bilinenin içinde değil mi? Bütün bunlar yüzlerce kitabı dolduran bir konunun mini özeti ama çapı ne olursa olsun, olayın gizemi ve çarpıcılığı değişmiyor. Herşey bir yana, dedim ya yolunuz oralara düşerse önce bir Şirince´ye çıkın, uygarlık adlı beton ve çelik salatasının henüz tecavüz edemediği yemyeşil, sevecen bir köyü birkaç saat için bilinmeyen duygularla yaşayın.

Sonra Bülbül Dağı´na veya Panaya Kapulu´ya çıkın ve çıkarken o sarhoş edici virajların birinde bir mola verip, yükseklerden Efes´i ve mavi pırıltılı Arşipel´i seyredin, aynen ikibin yıl öncelerinde Aziz John ve arkadaşlarının yaptığı gibi.. Belki de gerçekten Meryem Ana ikibin yıl evvel Efes´i ve uygarlıklar denizi Ege´yi seyrederken çok uzaklarda kalan oğlunun anısına tam oradan gözyaşı dökmüştür. Kim bilebilir ki?

Bütün bunlar gerçek mi? Herşey bir kurgu dahi olsa hiç önemi yok, hatta, Meryem Ana´nın kimliğini ve gerçekliğini tartışsak dahi yine önemi yok, çünkü önemli olan hümanist boyut, önemli olan barış ve sevgi için her yolun denenmesi.

Japonya da Şehitlerin Yağdırdığı Yağmur

Birkac yil önce Temmuz ayinda Japonya’ya gittim.
Benim icin hazirlanan programa, 1890 yilinda Ertugrul faciasının Firkateyni yasandıgı ve 587 Osmanli askerinin sehit oldugu Kusimoto sehrini ziyaretde
dahil edilmisti. Japonya’da yasayan gazeteci bir arkadasim Kusimoto’ya ne zaman bir Turk gitse (yilin hangi mevsimi ya da hangi ayi olursa olsun)
yagmur yagdigini söyledi. Ona göre bu yagmur, orada yatan askerlerin
bir Turk gördugu icin aglamasindan kaynaklaniyordu. Buna bizzat kendisi de sahit olmus.Bu olayin tek istisnasi, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutani Guven Erkaya’nin ziyareti sirasinda yasanmis.Bunun nedenini de, “Asker komutaninin önunde aglamaz”diye aciklamisti. Acikcasi anlattiklarina gulup gecmistim. Ta ki asiri sicak ve gunesli bir gunde,sehitler icin dikilen anita cicek birakirken aniden
bastiran yagmurun altinda sırılsıklam olana kadar.Dusundukce hala tuylerim diken diken oluyor ve gözlerim doluyor.

Ruh Çağırma

Bundan beş altı yıl önce, ben daha o zamanlar 14-15 yaşlarında iken, bir yaz günü aynı mahhallede oturduğum bir arkadaşımın evinde 4-5 kişi ruh çağırmak için taplanmıştık. O zamanlar da bu ruh çağırma olayları çok moda idi. Herkes birbirine hikayeler anlatıyor, ruh çağırıyor, başından geçenleri anlatıyor ve çoğu zaman da korkutmak için kafadan atıyordu. Yani şahsen ben hiç inanmıyordum. Bir çok defa da ruh çağırmıştık ve hepsi fiyasko idi. Hatta bir çoğunda aramızdan birini kurban belirleyip onu korkutuyorduk. Ortada bir şey yokken ruh gelmiş gibi yapıp o seçilen arkadaşımızı korkutmak için ruh çağırıyorduk.
Herneyse, fakat bu son ruh çağıracağımız zaman gerçekten aramızda, ne seçilmiş bir kurban, ne de numara çeken biri vardı! Saat gecenin üçüydü ve arkadaşımızın anne ve babası uyuyordu. Biz de evin oturma odasına tam teşkilat yerleşmiştik. Gerçekten herkes o ortamdan biraz da olsa ürkmüştü ve herkes cidden ruh çağırmak istiyordu. Derken hazırlıklar bitmiş ve Klasik ruh çağırma olayı başlamıştı. Üzerinde harfler ve birtakım gerekli yazılar falan bulunan büyük karton kutu, üzerinde okunmuş fincan, dualar falan işte herşey hazırdı ve herşey ciddi bir şekilde yapılıyordu. Ben de biraz gerilmiştim artık çünkü herşey gayet ciddi ve bilinçli idi. Ne kadar da inanmasam böyle şeylere gene de ya gelirse diye bir heyecan vardı içimde.
Artık ruhun gelmesini bekliyorduk. Herşey yapılmış, ruh belirlenmiş, dualar okunmuş, herkesin işaret parmağı fincanın üzerinde bir hareket bekliyorduk. 10 dakika geçmeden fincan kıpırdamaya başladı. O anda herkes bir birine suç atmaya başladı, parmağınla kıpırdatma şu fincanı, ben kıpırdatmıyorum ya gerçekten kim kıpırdatıyor gibisinden ama kimse kıpırdatmıyordu! Derken sorular başladı ve fincan bize bu soruları cevaplıyordu. Yanıtların hepsi doğruydu! En son artık öyle sorular soruyorduk ki aramızdaki şahısların bilemeyeceği türden şahsi sorular, fakat onları da biliyordu! Çok korkmuştuk!
Evin sahibi olan arkadaşımızın böyle şeylere çok zaafı vardı ve çocuk birden ağlamaya başladı! Bu arada belirteyim ruh çağıranların ben dahil hepsi erkek. Çocuk çok kötü olmuştu ve kurban olarak seçilenin kendisi olduğunu sanıp bize yalvarıyordu. Artık oyun oynamamızı, çok korktuğunu, bu kadarın aşırı olduğunu söyleyip duruyodu ve ağlıyordı! İşte o an korkum 2 ye katlanmıştı. Atık ruhu göndermeye çalışıyorduk ama o da gitmiyordu. Ruh gitmeden de fincanı kaldıramıyorduk. Ev sahibi arkadaşımız git gide fenalaşıyordu ve resmen ağlıyordu haykıra haykıra, benim de gözlerimden yaş gelmedi desem yalan olur yani!!
Öyle bir an oldu, arkadaşımız dayanamadı artık ve herkese küfrederek fincanı kaldırdığı gibi pencereden dışarı yola fırlattı. Fincan kırılmıştı. Böylelikle ruh çağırma olayı da bitmişti tabii ama herkesin içinde bir endişe vardı ve o arkadaşımıza ne yapıyorsun sen gibisinden bakıyorduk endişeli gözlerle. Ev sahibi arkadaşımız hala daha sövüyordü ve siz arkadaş değilsiniz diye hem bize hem de ruhlara kadar sövüyordu. Allahtan anne babası gürültüye uyanmamışlardı. Bizde daha fazla gürültü rezalet çıkmadan yavaş yavaş evlere dağılmanın iyi olacağını anlamıştık. Öyle böyle herkes kendi evine gitti ve yattık uyuduk.
Ertesi sabah kalktığımda mahallede bir bağırışmanın olduğunu duydum. Bu sesler ruh çağırdığımız arkadaşımızın evinden geliyordu. Herkes ağlıyor, bağırıyor ve sağa sola anlamsızca koşuyordu! Ben resmen şok olmuştum! Ruh çağırdığımız evde oturan o arkadaşımızın babası uyurken sabaha karşı kalp krizi sonucu vefaat etmişti…

Aynanın Sırrı

Adamın biri, ilk defa gittiği şehrin tarihi çarşısına uğradığında, bir dükkana girerek;
- Hatıra eşya almak istiyorum, demiş.Ne tavsiye edersiniz?
Dükkan sahibi yaşlı zat,adamı tepeden tırnağa süzüp:
- Buranın en meşhur malı, aynalardır evladım, demiş. Ama onları almaya güç ister.
Adam, hiç düşünmeden:
- Ben, yaşadığım şehrin en zengin insanıyım, diye atılmış. Benim için para önemli değil.
İhtiyar, dudak büküp:
- İnşaallah gücün yeter, demiş. Çünkü padişahlar bile alamadı onları.
Adam, ses tonunu iyice yükselterek:
- Benim elde edemeyeceğim şey yoktur!..diye direnmiş. Fiyatları ne kadar?
İhtiyar adam:
- Seçeceğin aynaya bağlı, diye gülümsemiş. nümüze ait aynaları normal fiyata alabilirsin. Fakat eski aynalar pahalıdır.Hele hele antikalara gücün yetmez. Ama geleceğin aynası bedavadır, fakat onu görsen pek beğenmezsin.
Adam, bu sözleri pek anlamamış. Ama merakından çatlayacak gibiymiş. Aynaları bir an önce görmek istediğinden, yaşlı adamın koluna girip,dükkanın arka bölümüne geçmiş.
Yaşlı adam, elindeki baston ile işaret ederek:
- Sana ilk önce günümüze ait aynayı göstereyim, demiş.Çerçevesi gümüştendir. Fiyatıysa sadece üç altındır.
Adam, duvarda asılı duran kristal aynayı kısa bir süre incelemiş. Ve ona bakarak saçlarını düzelttikten sonra:
- Bunun bir özelliğini görmedim, demiş. Evimde de bundan üç dört tane var.
Yaşlı adam, seke seke ilerleyerek:
- O halde bu aynaya bak!.. demiş. Çeyrek asır öncesine aittir. Çerçevesi bakırdandır. Fiyatı ise yüz kese altındır.
Adam:
- Herhalde şaka yapıyorsunuz, diye gülümsemiş.Böyle basit bir ayna,on altın bile etmez.
İhtiyar adam:
- Ben sana söylemiştim!.. diye kızmış. İsterseniz vazgeçin.
Adam, iş olsun diye aynaya baktığında, bağırmamakiçin kendini zor zaptetmiş. Gözlerini ovuşturarak baktığı aynadaki görüntü, onun yirmibeş yıl önceki haline aitmiş. Ne başının büyük bölümünü saran beyaz saçlar varmış bu görüntüde, ne de yüzünü kırış kırış eden derin çizgiler.
Adamın aynaya takılan gözleri, biraz sonra fal tşı gibi açılmış. Çünkü aynadaki gençlik görüntüsünün hemen arkasından,sevdikleri geçiyormuş birer birer.
Büyük bir dehşet içinde:
- Aman Allah’ım!.. diye bağırmış.Bu geçen,kız kardeşim değil miydi? Hem de henüz kanser olmadan önce.
Daha sonra, en sevdiği teyzesi ve dayısı da geçmişler, adamın görüntüsü ardından. Her ikisi de, çeyrekasır önceki halleriyle.
Adam, dayanamayıp başını çevirmiş aynadan. İhtiyar, ona sokulup:
- Bu işten vazgeç!. demiş.Zaten bir çok insan da öyle yaptı.
- Hayır!. diye itiraz etmiş adam. Kardeşimi özlemiştim, dayımla teyzemi de.
- Peki!. demiş ihtiyar. Şu gördüğün bir antika aynadır. Çerçevesi ahşaptır. Değeriyse bin kese altın eder.
Adam,oraya doğru ilerlerken,korkusundan vazgeçmiş. Ama merakını yenemeyip aynaya baktığında, küçük bir çocuk gibi çığlık atmış. Yedi sekiz yaşlarında bir çocuk duruyormuş karşısında. Soluk yüzlü, incecik, dişleri dökük ve saçları dağınık bir çocuk.
- Aman Allah’ım!.. diye bağırmış. Bu benim çocukluğum. Cebimdeki sapan bile duruyor.
Adam, biraz sonra sendeleyerek duvara tutunmak zorunda kalmış. Bu sefer, 30-35 yaşlarındaki halleriyle annesi ve babası geçiyormuş geriden. Daha sonra da, nur yüzlü dedesi. Annesi, her gün defalarca yaptığı gibi, öpüvermiş onu yanağından. Babası ise, er zamanki şakacılığıyla, ensesine bir şaplak atmış yavrusunun.
Adam, kaçarcasına uzaklaşmış oradan. İhtiyarın yanına yığılmış ağlayarak.
Yaşlı adam:
- Gerçek aynalar böyledir evladım!.. demiş. Bu yüzden de ulaşılmaz onlara.
Adam, biraz olsun kendine geldiğinde, dükkandan atmak istemiş kendini. Fakat tam çıkacakken:
- Bedava aynalardan söz etmiştiniz, demiş. Onu da merak ettim.
İhtiyar adam:
- Ona hiçbakma evlat!. diye atılmış. Bu gün çok fazla yoruldun, kalbin dayanmaz.
- Mutlaka bakmalıyım!. diye ısrar etmiş adam. Gördüğüm şeylere artık alıştım.
Yaşlı adam, çaresiz kabul etmiş ve duvarlara asılanlardan farklı olarak, dükkanın döşemesi üzerine indirilen bir aynayı gösterip:
- İşte bu da geleceğin aynası!. demiş. Çerçevesi altından olup bedavadır. Ama onu hiç kimse almadı.
Adam:
- Geleceğin aynası ha!.demiş.Üstelik de altından ve bedava…
İhtiyar, hiç sesini çıkartmamış. Adam ise, emin adımlarla aynaya doğru ilerlemiş ve bakmak için yere eğildiğinde oracığa yığılıp kalıvermiş.
Yaşlı adam:
Geleceğin aynasında ne göreceğini tahmin etmen ve ona göre hazırlıklı olman gerekirdi evladım, demiş. Senin de gücün yetmedi demek ki…
İhtiyar adam, müşterisinin cansız vücudunu kucaklarken, onun ayndaki görüntüsüne bakmış.
Kuru bir iskelet görünüyormuş…

Ölünün Yardımı

Bir Ölüden Yardım: 17 Ağustos depreminde ve sonrasında meydana gelen bir çok olayı televizyon ve gazetelerden tanık olmuşsunuzdur. Ben de televizyonda seyrettiğim bir olayı size anlatmak istiyorum. Depremden sonra bir çok insan evsiz kalmış ,ailesini yitirmiş ve yardıma muhtaç hale gelmişti işte böyle bir durumda hayır severler hemen bölgelerdekilerin yardımına koşmuştu. İstanbul’da oturan orta halli bir ailenin çocuğu olan Mustafa babasının arkadaşının yardım göndermek istediğini bölgedeki insanların her türlü yardıma muhtaç olduğunu duyunca ve de babasının yoğun ısrarlarına dayanamayınca arabasının bakıma vermekten vazgeçip hemen yola koyulmak üzere hazırlıklara başladı fakat bilmediği bir şey vardı arabasının çok önemli bir kusuru vardı ve bu kusur onu ölüme bile gotururdu. İnsanlara yardım etmek için arabayı bakıma sokmadan gittiği için bu arızayı öğrenememişti. Ve yola çıktı hiç durmadan gidiyor ve içinde insanlara yardım etme hazzını hissediyordu. Yolda arıza gittikçe arttı fakat arıza arabanın tekerlerinde olduğu ve çok hissedilir olmadığı için farkına varamadı. Hava karamak üzereydi lastiğinin kabaklaştığının farkına vardı hemen indi arabasının arkasına gitti ve yedek lastiği aradı daha fazla yük alabilmek için çıkardığını hatırladı ve kahroldu kim bilir kaç insan bu yardımı dört gözle bekliyordu. Birden yolda tamirci elbisesi giymiş bir adamın geldiğini gördü ve de elinde bir lastiğin olduğunu adam az ileride lastiği patlamış birine gotürdüğünü söyledi. Mustafa ona derdini anlattı adam istersen bu lastiğini sana verebilirim ben daha sonra yine getiririm dedi ve tamirci arabaya lastiği taktı arabanın tekerlerindeki hayati derecede önemli arızayı da görüp onardı. Mustafa isterse onu gideceği yere kadar bırakabileceğini söyleyecekti ki arkasını döndüğünde adamın olmadığını gördü hayretler için yola devam etti yaklaşık 5 dakika gitti veya gitmedi bir kazanın olduğunu ve içinden çıkarılan cesedin kendisine yardım eden kişi olduğunu gördü çevredeki adamlara sordu ve kazanın yaklaşık 1saat kadar önce gerçekleştiğini öğrendi adeta nutku tutulmuş kul sıkışmış ve Hızır yetişmişti.

Garip Bir Şeyler Oluyor

Size 1996 yılında başımdan geçen bir olayı anlatacağım. O yıllarda Niğde’de üniversitede okuyordum. Arkadaşlarla birlikte öğrenci evi diye tabir ettiğimiz bir ev tuttuk.
Bir gece arkadaşlarım evde yokken uyandığımda ezan okunuyordu (O günler ramazana denk geldiği için akşamdan niyetleyip yatmıştım). Çok susamıştım ve ezanın ardından dayanamayıp su içtim. Mutfağın ışığını yakmamıştım.
Geri döndüğümde karşımda beyaz kıyafetli, biraz da uyku sersemi olduğum için suratını tam olarak göremediğim bir kişi duruyordu. Arkadaşımın montu beyaz olduğu için onun su içimeye kalktığını düşündüm (Fakat o gece evde benden başka kimse yoktu). Daha sonra bana çarpmasın diye elimi uzattım. Ne olduğunu anlayamadım. Elim O kişinin bedeninden içeri geçti. Dönüp arkama baktığımda hala bana bakan biri duruyordu. Korktum ve yatağa koştum. İlk başta anlamadım fakat daha sonra onun cin olduğu kanaatine vardım. Odanın ışığını yaktım ve sabaha kadar ne mutfağa gidebildim ne de uyuyabildim.
Ertesi gün konuyu arkadaşlarıma anlattım ve tahmin ettiğim gibi benimle dalga geçtiler hatta bir sonraki gecede beni korkutmaya çalıştılar.
Aradan bir hafta falan geçmişti ve ben hala uyuyamıyordum. O gün arkadaşlarla dışarı çıkıyorduk. Ben iki ayakkabımdan hangisini giyeceğime karar veremedim. Arkadaşlarım da işaret ettikleri ayakkabıyı giy dediler. O gün akşama kadar hiç ayrılmadan arkadaşlarımla beraberdik. Zaten evin anahtarı sadece bende vardı ve ev çift kapılıydı. Gece eve döndüğümüzde giymediğim diğer ayakkabının yerinde olmadığı dikkatimi çekti. Tam o esnada arkadaşlarıma söyleyecektim ki onlarda bu durumu farkedip bana endişeli bir şekilde baktılar. Evi aradığımızda ise ayakkabıyı banyonun üst bölmesinde bulduk.
Ertesi gün apar topar o evden taşındık. O civarda oturan kişilere daha sonraları durumu anlattığımızda gerçekten şok olduk. Çünkü o eve bizden önce girek kiracılarda aynı huzursuzluktan dolayı evi terketmişler. Başımdan geçen bu olay beni iki üç sene kadar etkiledi…

Dünyanın En Gizemli 10 Nesnesi

Gelecegi goren harita
*Cografya ve harita uzmani unlu Turk denizci Piri Reis'in 1513'te cizdigi Afrika, Amerika ve Guney Kutbu'nu gosteren harita, ortaya cikarildigi 1929 yilinda ortaligi karistirdi. Cunku Guney Kutbu'nun kesfi, haritanin cizilmesinden cok sonra, yani 1818'de gerceklesmisti. Dahasi, Piri Reis'in haritasi, kitanin buz altinda kalmis sahil kesimlerini de gosteriyordu.
Ancak kita uzerindeki buzlar, haritanin cizilmesinden tam 6 bin yil once erimisti.

2 bin yillik pil
*Alman arkeolog Wilhelm Konig tarafindan 1938'de Irak'in baskenti Bagdat'in yakinlarinda bulunan 2 bin yillik pil, bilim adamlarini saskina dusurdu.Konig, 13 santimetre boyundaki toprak bir kabin icine monte edilmis bir bakir silindir, onun etrafindaki demir cubuk ve testinin agzini kapatan asfalttan olusan bu nesneyi "dunyanin en eski pili" olarak tanimladi. Pilin 2 volt enerji urettigi saptanirken, 1800'lu yillarda modern pili icat eden Alessandro Volta adli Italyan kontunun da sohretine golge dustu.

Bir nevi bilgisayar
*1900 yilinda Girit aciklarindaki bir batikta arastirma yapan bilim adamlari ilginc bir cisme rastladi. Tahta bir muhafazanin icine yerlestirilmis bir dizi bronz disliden olusan bu garip nesnenin kasasi, yuzeye cikarildigi anda
dagildi ve cihazin icindeki karmasIk yapi ortaya cikti. Yapilan calismalarin ardindan, bu aygitin Ay, Gunes ve diger gezegenlerin konumlarini hesaplamak ve istendigi anda bunlarin pozisyonlarina yonelik tahminlerde bulunmak icin
gelistirildigi anlasildi.

Gizemli kuru kafa
*Maya donemine ait 1000 yillik bu kristal kuru kafa, tek bir blok kristal uzerine oyma olarak yapilmis. Nasil yapildigi hala anlasilamayan kuru kafanin altindan tutulan isIk, dogrudan goz cukurundan yansiyor. Bu teknolojinin bugun bile mumkun olmadigi soyleniyor.

Aluminyumdan kemer tokasi
*M.S. 300'lu yillarda olen Cinli general Cou Cou'nun mezarinda 1956 yilinda bulunan kemerin tokasi, yuzde 85 oraninda aluminyumdan yapilmis. Ama dogada sadece bilesIk olarak bulunan alimunyumun diger maddelerden ayristirilarak
tek bir madde olarak kullanilabilmesi ilk kez 19. yuzyilda mumkun olmustu.

1000 yilda yapilan kent
*Pasifik Okyanusu'ndaki Mikronezya adasi yakinlarina kurulu antik Nan Madol kentinin insasi, M.O 200'de basladi ve 1000 yil surdu. 250 milyon tonluk dev bazalt bloklar kullanilarak yapilan bu kent, 100 yapay adayi kanallarla birbirine bagliyor. Bu kadar bazaltin bolgeye nasil getirildigi ise hâlâ sir.

Uzaylilara inis pisti
*Peru'nun Pampa sahilindeki 450 kilometrekarelik alan uzerine cizili motifler, M.O. 300 ile M.S. 600 arasindaki donemi kapsayan hayvan ve bitki sekillerini resmediyor. Nazca medeniyeti tarafindan yapildigi dusunulen bu garip motiflerin, uzaylilar icin bir inis pisti vazifesi gordugu one suruluyor.

Concorde'un atasi
*M.O 200'de yapildigi sanilan bu nesne, 1898 yilinda Misir'da bir lahitte bulundu. Ancak gercek ucaklar icat edilene kadar ne oldugu konusunda kimse bir fikir beyan edememisti. 1972'de arkeolog Halil Mesiha bunun bir model ucak oldugunu, mukemmel bir aerodinamiginin bulundugunu ve kanatlarinin Concorde'u andirdigini iddia etti.

Cekicin sirri
*Tahta sap ve demir tokmaktan olusan bu cekic, 1936'da Teksas'ta 400-500 milyon yillik bir kayanin icine gomulu olarak bulundu. Modern bir aletin tarih oncesi bir kaya kutlesinin icine nasil girdigi bir yana, cekicte kullanilan demirin gunumuz demirlerinden bile saf olmasi bilim adamlarini hayrete dusurdu.

Harcsiz tas set
*Peru'nun Cusco bolgesindeki bir Inka kalesinin etrafini 360 metre boyunca zikzak yaparak saran 9 metrelik setlerin yapiminda, tanesi 300 tona varan kirectasi bloklari kullanilmis. Ancak hic harc kullanilmamasina ragmen bu kayalar, arasina bicak bile sokulamayacak kadar mukemmel yerlestirilmis.

Tekrar doğuş

Dünyadaki en yaygın inançlardan biri, bazı durumlarda ölen birisinin kişiliğinin bazı koşullarda canlı bir vücuda geçerek yeniden doğmasıdır. Böyle bir ruh yeniden doğduktan sonra daha önceki yaşamını, ya da yaşamlarını pek hatırlamaz. Çünkü birkaç kere yeniden doğan ruhlar vardır. Bu inancın bazı öğelerine Hinduizm, Budizm, Sikhiler, Konfüçyanizm, Müslümanlık, İbrani ve Hıristiyanlık gibi dünyadaki belli başlı dinlerde de rastlanmaktadır. Ayrıca birçok gelenekte, bu inanç önemli bir yer tutmaktadır.

Yeniden dünyaya gelme (reincarnation) için hiçbir bilimsel açıklama yoktur; eğer gerçekse, gizemci (mistik) ve ruhsal bir olaydır ve dinsel yönden büyük bir anlam taşımaktadır. Daha önce yaşadığı duygusuna kapılan birçok kişinin ilk izlenimleri arasında bilmedikleri bir yerde daha önce bulunmuş gibi olma ya da kendilerine tamamıyla yabancı birini eskiden tanımış olduğunu düşünme gibi duygular vardır.

Modern araştırmacılar böyle duyguları bulunan kişilerin eski yaşamlarını hatırlamalarına yardımcı olmak üzere hipnoza başvurmaktadır.

Amerikalı psikiyatr Ian Stevenson, Yeniden dünyaya gelme olasılığı taşıyan 20 vakayı incelemiştir. Bu vakalar arasında, bir Lübnan köyünde yaşayan çocukla ilgili vaka, Tekrar Doğuş’a ilişkin son derece akla yatkın kanıtlar sağlamıştır.

Imad Elawar adlı çocuk, köyünde hiç kimsenin tanımadığı birkaç kişiyi tanıdığını iddia etti. Bir gün komşu köyden gelen yabancı birinin yanına giderek onu tanıdığını ileri sürdü. Bu tür bir vakada alışılmışın dışında olarak, çocuğun eski yaşamının geçtiği ortama giderek orayı görmesinden önce, Stevenson onunla görüştü ve böylece sonunda çocukla birlikte o köye gittiğinde onun anlattıklarını doğrulayabildi.

Başka bir garip vakanın kahramanı, 1931 yılında trans durumuna geçerek yabancı bir dili konuşmaya başlayan bir İngiliz kızıydı. Görünüşe göre, bu kız eski yaşamında Mısırlı bir tapınak dansözüydü ve o yıllarda pek alışılamayan Mısır dilindeki konuşmaları öylesine inandırıcıydı ki, sonunda ünlü bir bilgin Mısır dili uzmanı (ejiptolog) bu dilin doğruluğunu onayla
dı.

Arnall Bloxham

Başka bir modern araştırmacı olan Arnall Bloxham, bulduğu belgelenmiş Yeniden Dünyaya Gelme örnekleriyle büyük bir heyecan yaratmıştır. Bloxham hipnoz kullanarak deneklerinin eski yaşamlarına ilişkin birtakım ayrıntılı bilgiler anımsamalarına yardımcı olmuştur.

Bu deneklerden biri, önceki yaşamında Napolyon savaşları sırasında Fransız kıyılarını kuşatan bir İngiliz savaş gemisinde görevli bir denizciydi. Bu denizci bir bacağını gülle götürdükten sonra ölmüştü. Bu deneğin savaş sahnesini canlı bir biçimde yeniden yaşarken söyledikleri ve çıkardığı yürek parçalayıcı çığlıklar ses bandına kaydedilmiştir. Denizdeki bir savaş gemisi içinde geçen yaşamın bazı ayrıntılarını deniz tarihçileri önce yadırgamışlarsa da sonunda bu ayrıntılar da Greenwich Deniz Müzesi tarafından doğrulanmıştır.

Bloxham’ın başka bir deneği ortaçağda eski York kentinde yaşayan Musevilere karşı girişilen bir soykırımı sırasında öldürüldüğüne inanıyordu. Bu kadın denek de, bir kilise bodrumuna saklanan Musevilerin oradan sürüklenerek çıkarılıp vahşice öldürülmeleri sahnesini ayrıntılarıyla anlatmıştır.

Bu deneğin anlattıkları önceleri fazla ilgi uyandırmamıştı, çünkü York’taki kiliselerden hiçbirinin bodrumu olmadığı biliniyordu. Ama çok yakın zamanlarda, bir kilisenin onarımı sırasında, yerde girişi tuğlalarla örtülmüş, varlığı bilinmeyen bir bodrum bulunmuştur.

YENİDEN DOGUS ARASTRMASI


Aşağıdaki çalışma, 29/09/1999 tarihinde hipnoz uyguladığım bir hanımın; trans sırasında geçmiş yaşantılarından kesitler halinde hatırlayıp anlattıklarından derlenerek hazırlanmıştır.
Altan Yıldız, 29/09/1999, Yayın Yönetmeni

Bayan X 37 yaşında. Hayatı boyunca gözünün önüne anlamını tam olarak çözemediği bazı kişilerin yüzleri ve çeşitli olaylar gelmiş. İçindeki bir his onun daha önce bir rahibe olarak Kapadokya bölgesinde yaşadığını söylemiş sürekli. Hatta içindeki bu sese daha fazla dayanamayarak bu bölgeye gitmiş ve bazı incelemelerde bulunmuş. Oraya gittiği zaman daha önce buralarda yaşadığı konusundaki hisleri daha da güçlenmiş.

Kendisiyle tanıştığımda bana bu konulardan bahsetti ve ben de hipnoz yapmayı önerdim. Amacımız hipnoz ile, eğer varsa önceki hayatı hakkında bilgi almaktı. Kabul etti ve hipnozu gerçekleştirdim.
Bayan X hipnozda anlatmaya başlıyor:


"5 yaşındayım.. Büyük nehrin kıyısında arkadaşım ile oynuyoruz. Çok mutluyuz."


Bu sırada yüzünde çocuksu bir gülümseme beliriyor. Nerde, nasıl bir yerde yaşadıklarını soruyorum, anlatmaya devam ediyor:


"Yeraltı şehirlerinde yaşıyoruz. Şehirlerin aralarındaki mesafe çok uzak değildi. Altta tünelleri vardı. Tünelleri aydınlatmak için yukarıdan delik delerlerdi, içini toprakla baca gibi sıvarlardı. Üstten aşağıya ışık yansırdı. Öyle yaparlardı ki tünel hiç karanlık olmazdı, hep aydınlık olurdu. Geceleri ise topladığımız özel bazı otlardan döverek yaptığımız ve topraktan yapılma geniş çanaklar içine koyarak yaktıklarımızla aydınlanırdık."


Banyo ihtiyaçlarını nasıl giderdiklerini soruyorum:


"Hamamımız vardı bir tane. Oradan sürekli sıcak su akardı. İçinde tam ortasında büyük bir havuz vardı. Herkes çoluk çocuk içine girer oynardık içinde. O suyun biraz ötesinde soğuk buz gibi bir su vardı. Yeni doğan bebekler kutsanmak amacıyla bu suya batırılıp çıkarıldı. Bu bir inançtı. Sıcak suyun yanında o su çok özeldi. İkisi de yeraltından gelen kaynak sulardı. Hamam çok büyüktü. Erkek-kadın çoluk-çocuk herkes orda yıkanırdı. Aralarda kayalar vardı. Aralar kayalarla bölünmüştü. Bunların her biri bir kabileye aitti. İki mahalle vardı rahibin dedesi ile benim dedemin bulunduğu."


Rahip kim diye soruyorum. Sevdiği kişi olduğunu söylüyor ve devam ediyor:


"Dedelerimiz bir at meselesi yüzünden savaşmışlardı, kavgalıydılar. Biz arkadaşımla çocukken en çok hamamın etrafında buluşup oynardık. Daha sonra dedem beni manastıra kapatarak rahibe yaptı. Ancak erkek arkadaşımda benimle görüşebilmek için rahip oldu."


Bu sözlerden Bayan X'in önceki hayatında Hristiyan olarak doğduğunu anlıyorum. Neler yediklerini, düğünlerini, çocuklarını soruyorum. Devam ediyor:


"Taştan, topraktan yapılmış yemek kapları vardı. Özel lüle taşına benzeyen (kaşık amaçlı) yemek yediğimiz. Etler hep aynı yerde ve kapta pişerdi. Bu kap çok büyüktü. Pişen etler soğuk suya yakın bir bölümde saklanırdı. Burası soğuktu. Hayvanlarda kesilip özel bir tuza yatırılır ve pişmeden önce yine burada saklanırdı."

"Düğünlerde özel figürleri olan danslarımızı yapardık. Müzik üç çeşit çalgı kullanılarak yapılırdı. Biri otlar ve taşlardan yapılmış iki tokmakla çalınandı (davul benzeri). Bir tanesi U şeklinde taştan yapılmış ve aralarına kuzu derisi gerilmiş (lir benzeri) parmakla çalınırdı. Üçüncüsü ise yine ot, taş ve hayvanlardan yararlanılarak yapılan üflenerek çalınan bir aletti."

"Düğünlerde erkekler aynı, kadınlar da aynı elbiseleri giyerdi. Damat ve gelinler genellikle canlı özel giysiler giyerdi. Bitkilerden elde edilen özel boyalarla boyanmış, tek renklerden oluşan. En son evlenen gençler, o anda evlenenlere mutluluğu devrederlerdi. Bu bir gelenekti."

"Her çocuk doğduğunda şenlik yapılırdı. Bir ara çocuklara bir hastalık musallat olmuştu. Toplu çocuk ölümleri olmuştu. Özel ayin yapılırdı. Bir çocuk herkes tarafından bakılırdı. Düşman olduğumuz bir komşunun çocukları için bile aynı durum geçerli idi."

"Bir dönem sonra önce hamamın sonrada soğuk suyun suyu çekildi. Başka bir yerden yeni bir kaynağın ağzını açtılar ancak suların çekilmesinden bir süre sonra büyük bir deprem oldu. Benim bulunduğum üste yakın şehir ve manastır sağlam kaldı, ancak yerüstüne çıkışlarımız kapandı. Göçükte 5-6 gün kadar kaldık. Taştan yapılma su testilerinde yetecek kadar suyumuz ve daha önce yaptığımız ekmeklerle yaşadık. Her şeyimiz topraktan yapılıyordu. Dağdan toplanan bir bitkiyi döverek ekmek yapardık. En çok onu yerdik. Et de yiyorduk, inek ve kuzu değildi ama onlara benzeyen bir hayvan."


Bu hayvanın domuz olduğunu tahmin ediyorum ve devam etmesini söylüyorum:


"Rahip daha aşağıdaki şehirlerde kalmıştı ve öldüğünü sanıyordum. 5-6 gün sonra kara pelerinli bazı adamlar gelip bizi göçükten çıkardılar ve beni ve kilisedeki diğer rahibeleri zorla götürdüler. At ve eşeklerle uzaklara bir yerlere götürüldük. Büyük malikane gibi bir yere geldik. Bize köle olduğumuzu ve artık onlar için çalışacağımızı söylediler. Bana ev işleri yaptırmaya başlamışlardı. Her gün ekmeklik bitki dövüyordum. Diğer rahibelerin çoğu birilerine satıldı."

"Bu kişiler bizden daha medeniydiler ve kölelerin emeklerini kullanarak daha rahat yaşıyorlardı. Özel bir içkileri vardı, üzümden yapılan beyaz-sarı renkli bir içkiydi. Bunu içince çok vahşi oluyorlardı. Kadın kölelere sapıkça şeyler yapıyorlardı. Onları zorla birden fazla kişiyle ilişkiye zorluyorlar, sonrada karanlık yerlere götürüp bağlayıp kesiyorlardı. Ben akıllıydım, onları içtikleri zaman hiç gitmedim, hep saklandım ve onun için ayakta kaldım. Bu içkinin içine ayrıca özel bir bitkiden kesip damlatılan bir sıvı katarlardı. Bu çok zor bulunduğu için sık kullanmazlardı, dağda bulunurdu."


Bir süre susuyor, sonra devam ediyor:


"Bir çok arkadaşımın öldüğünü gördüm. Günlerim çok sıkıntıyla geçiyordu. Sonra bir gün çok ateşlendim, ateşim çok yükseldi ve kendimi aşırı sıcak hissetmeye başladım. Sonra kendimden geçtim. Parlak ışıklı bir yere doğru gitmeye başladım. Orası ile bu yaşamım arasındaki zaman çok uzundu, çok bekledim. Ot gibi beklemek diyebilirim. Hiç bir şey yoktu orada ama bir şeyleri hep seyrediyordum, tüm dünyayı geziyordum, hızla dolaşıyordum. Orda bedenim yoktu, elbisem yoktu, çıplaktım. Hep rahibi bulmayı umdum, onu bekledim.."

"Hatırlamaya çalışıyorum da bir şeyi farkettim kocaman karıncaları taştan leğen gibi bir şeyin içine koyduğum suda yüzdürüyordum en büyük oyuncağım buydu..."

"O karıncalar bizim otlardan yapılan ekmeklerimizi yerdi kızardım onlara çünkü onlar beni ısırırdılar... bende suyla ısırdıkları acılarının gidip ısırışlarınınn gıdıklama şekline dönüşmesini arzulardım o nedenle hep oynardım bu şekilde çünkü beni hep ısırırdı onlar..."


Şimdi
söyleşimize devam ediyorum. Ölüm sonrası boşlukta beklerken ikinci kez hayata çağrıldığını anlatmaya başlıyor:

"Bir birleşmede dünyaya gelmek üzereydim ama onlar beni istemediler, attılar. Yasak bir aşktı çünkü. Kadın beni düşürdü. Ancak o kişi bir daha çocuk sahibi olamadı. İki kişinin birleşmesi sonucu ben kendimi orda buluyorum ama fazla duramıyorum orda. Hatta şeyi hatırlıyorum, o yasak aşkı. Kadının başka çocukları vardı, adamında. Arabistan'daydı. Kadının kocası ölmüştü, adam evliydi. Karısına hep başkasını almaktan söz ediyordu. Adamın karısı zengindi özel bir malikanede yaşıyorlardı. Mal bölüşülmesin diye beni istemediler."

"Birleşme anında sanki ruhumun bedeni oraya çağrılıyor, ama ruhum yine olduğu yerde hep beklemede, gönderilmeyi bekliyor. Şifrelerim, bilgilerim sonra geliyor. Ruhların tümünün elbisesi aynı, önce hep aynı elbise geliyor, sonra 3. ay'da cenin içine bilgiler geliyor."


Bayan X ile söyleşimi burada noktaladım, çünkü yaklaşık 1 saat süren çalışma deneği yormaya ve gerilmeye başlamasına neden olmuştu.

Sizlere bu ilginç deneyimi hiçbir değişikliğe uğratmadan bayan X'in hipnozda anlattığı şekilde aktarmaya çalıştım. Tekrar doğuş ve ölümötesi hakkında merak ettiğiniz bazı konulara açıklık getirmek amacıyla kısaca şunları söyleyebilirim:

1 Ölüm yeni bir başlangıçtır ve doğumdan farklı bir şey değildir. Dünyada doğmak bu alemden ayrılmak, dünyada ölmek ise bu alemde doğmaktır. Yaşam ve ölümötesinin toplamı sabittir.

2 Buradaki alemdeki (ölüm ötesi) her varlığın ihtiyacı olan yaşam deneyimini yaşaması şarttır.

3 Öldükten sonra kişiler kendilerini ışıklı bir topun içinden geçerken görüyorlar. Anlatılan en önemli ortak nokta burasının bir ışık dünyası olduğu. Her tarafta huzur verici ışıklar hissediyorsunuz. Göz almayan, gölgesi olmayan bir ışık dünyası. Düşüncelerden ışıklar çıktığı görülüyor. Ve tüm varlıklar bu ışıkların renklerine göre birbirlerinin düşüncelerini okuyabiliyorlar.

4 Kaderimizi kendi eylemlerimizin getirdiği sonuçlarla kendimiz yaratıyoruz. Yaptığımız her şey, yeni bir etki yaratıyor. Böylelikle kader bizim için değişmez bir alın yazısı olmuyor.

5 Tüm varlıklar ölümötesi hayata ilahi esnek bir bağla bağlı. Bu bağ sonsuza dek uzanıyor ama hiç kopmuyor. Zaman, uzaklık ve mekan; görülmeyen alemi ölçemiyor ve ayıramıyor.

6 Tekrar doğanlar veya ölümü tadıp tekrar dirilenlerin tümü henüz yapması gereken görevleri tamamlamamış olan kişiler. Bu kişiler öldüğünde, normal sürecini tamamlamış varlıkların bulunduğu bölüme çok fazla yaklaşmalarına izin verilmiyor. Zamanı gelince tekrar karşılanacağı otoriter bir şekilde söylenerek dünyadaki maddesel hayata tekrar geri gönderiliyor.

7 Bu bölümdeki ışıklı varlıklar size hayatınızın bazı kısımlarını gösteriyorlar, özellikle yapmamanız gereken şeyleri. Utandığınızı hissediyorsunuz. Bu yanlışların telafisi için maddesel yaşama geri dönmeniz ve devam etmeniz gerekiyor. Bunların tümü benliğinizi bir çeşit sevgi akımıyla kaplıyor.

8 Orada bulunduğunuz süre içinde, insanlara ve hayvanlara yaptığınız hataların, onlar üzerindeki acıları sizde tekrar yaşatılıyor. Onların ne kadar acı çekebileceğini bilmediğiniz size anlatılıyor.

9 O güzel bölgeyi ve huzuru bırakarak tekrar dünyaya dönmeye başladığınız an geliyor ve hızla geri dönüş ya da aşağıya düşüş başlıyor. Bu tekrar dünyaya gelmek yani doğmak..

10 Genelde zamansız ve bir çeşit hazırlıksız ölümlerde (intihar, kaza, cinayet vb) size tekrar doğma şansı veriliyor. Bu deneyimi yaşayanlar o bölgeye geçebilmek için hiç bir hazırlığın olmadığını söylüyorlar. Dünyada yaşayanlara yapması gereken vazifelerinin olduğu, ama en önemlisi değer yargılarını, düşüncelerini ve sevgisini tanıması öğütleniyor. Gerçek değerlerin manada aranması gerektiği, maddede aranmaması gerektiği hissettiriliyor.

Rüyada geleceği görme

John W. Dunne adlı bir İngiliz, gelecek ile ilgili olayların rüyalarda görülebilmesiyle ilgili araştırmalarıyla tanınmıştır. W. Dunne: "insanlar geleceği görebilme gücüne acaba farkında olmadan sahip midir?" diye sormaktadır. Acaba henüz olmamış fakat ileride olacak bazı olaylar bir an için gözümüzün önünden geçiyor ve biz bunu farketmiyor muyuz?

Geleceği önceden görebilmek meselesi yeni bir konu değildir... Asırlardan beri bazı sıradışı insanların kehanet gücüne sahip olduklarına inanılmıştır. Hatta inanışın da ötesinde, tarih içinde örnekleri de görülmüştür.

W. Dunne'nun hazırlayarak bilim adamlarına sunduğu raporda, rüyalarda gelecekten haber alınabileceğiyle ilgili kanıtları ortaya koymaya çalışmıştır. John W. Dunne, İngiltere'nin ilk askeri uçağının planını çizen dünyaca tanınmış bir uçak mühendisidir.

1928'lerde yayınladığı "Zamanla Bir Tecrübe" adlı eserde, W. Dunne, geleceği görme sahasında yaptığı araştırmalarını açıklamıştır. O yıllarda bilimsel çevrelerden çok miktarda eleştiri almasına rağmen aynı zamanda birçok psikolog ve fizikçi için yeni araştırma sahaları açmıştır.

W. Dunne bir şeyi daha evvel görmüş olmak duygusunun, aynı deneyimin daha önce bir rüyada insanın başından geçmiş olabileceğini iddia etti. Kendisini bu araştırmalara sevkeden, görmüş olduğu bir rüyası olmuştur.

W. Dunne o rüyasında kendisini bir adadaki dağın yamacında görmüştü. Dağın üzerindeki çatlaklardan duman ve buhar sütunları yükseliyordu. Bu manzara karşısında: "Tanrım bütün dağ infilak edecek" diye bağırmaya başlamıştı. Rüyanın daha sonraki bölümünde W. Dunne kendisini başka bir adada bulmuştu. Ölüm tehlikesindeki adalıları taşıyarak gemiler aramakla meşguldü. Kendisine yardım etmeyen Fransızlarla kavga ediyordu.

Bu rüyayı gördüğünde Afrika'nın tenha bir köşesinde bulunuyordu. Oraya gelen gazetelerde şu satırları okudu: "Martinigue'deki yanardağı patlamasında 40.000'den fazla insanın öldüğü tahmin ediliyor..." W. Dunne yazının geri kalan bölümünde patlamanın rüyasında gördüğü şekilde olduğunu okudu. Rüya gerçeğe uygundu... Bu olay üzerine uzun zaman düşünen W. Dunne, seneler sonra ikinci bir rüya gördü...

Bu rüyasında: "Yüksek demir parmaklıklarla çevrili iki tarlanın arasındaki yolda yürümekteydi. Aniden tarlanın birindeki bir at kişnemeye ve hiddetle tepinmeye başladı. Parmaklığa göz atan W. Dunne'nin içi rahatladı. Hayvan bunun üzerinden atlayamazdı. Fakat birkaç dakika sonra arkasında nal sesleri duyarak başını çevirdiğinde, azgın atın arkasından geldiğini gördü."

Ertesi gün mühendis kardeşi ile balığa çıkmıştı. Yolda giderken bir aralık kardeşine: "Şu ata bak" diye haykırdı. Etrafına bakındığında, rüyasında gördüğü yerde atın durduğunu hayretler içinde farketti. Yüksek parmaklığın arkasında da rüyasında olduğu gibi bir at çılgınca tepinmekle meşguldü.

W. Dunne: "Her şey rüyamdaki gibi olacak değil ya... Bu atın parmaklığı aşabileceğini zannetmiyorum" dedi. Fakat daha sözlerini bitirmemişti ki, at, parmaklığın üzerinden atladığı gibi üzerlerine saldırdı. İki kardeş zar zor kaçarak kendilerini kurtarabildiler. Bu olay W. Dunne'i çok etkilemişti. Atın saldırması değil, rüyasının gerçekleşmesi onu oldukça rahatsız etmişti...

W. Dunne bu türden rüyalar görmeye devam etti. Rüyalarda şaşılacak bir şey yoktu... Şaşılacak olan bu rüyaların gerçekleşmekte olduğuydu!... W. Dunne ilk önceleri geleceğe ait olayları görme duyusunun yalnız kendisine ait olduğunu zannediyordu... Ama bu tip olaylarla karşılaşan arkadaşlarım dinledikten sonra, bu olaylarla karşılaşan çok sayıda kişinin bulunduğunu farketti. Bu da onu araştırmaya ve olayın ardındaki gizemi çözebilmek için büyük bir çabaya yöneltti.

İlk araştırmaları, insanın geleceği görmesine engel olan şeyin uykuda bazı şartlar altında ortadan kalkabildiği gerçeğiyle karşılaşmasını sağladı. Fakat herkes bu şekilde geleceği göremiyordu. Kaldı ki birçok kişi uykudan uyandıktan sonra rüyalarım unutuyordu. Bu da ayrı bir sorundu. Belki de birçok kişi gelecekle ilgili bilgiler almakta fakat daha sonra uyanınca bunu unutmaktaydılar...

W. Dunne çalışmalarını sürdürürken rüyalarını unutmamak için kağıdını kalemini yatağın kenarında bulunduruyor ve gördüğü rüyaların tümünü uyandıktan sonra derhal not ediyordu. Tanıdıklarına da, rüyalarını bu şekilde kaydetmelerini söylüyordu.

Oxford Üniversitesi'nin öğrenceleri arasında yapılan bu tip deneyler; şaşırtıcı sonuçlar verdi. Geleceğe ait rüyaların geçmişe ait olanlardan çok daha fazla olduğu ortaya çıktı!...

"Zamanla Bir Tecrübe" adlı eserini bu araştırmalara dayanarak yazdı. W. Dunne daha sonraları, rüyaların geleceği öğrenmek için tek yol olmadığına karar verdi. Çok geçmeden uyanıkken de geleceğe ait bazı kehanetlerde bulunabildiğini keşfetti. Örneğin bazen hiç okumadığı bir kitabı eline alarak bunun içindeki olaylardan bahsedebiliyordu.

W. Dunne gördüğü rüyaların gerçekleşmesinden çok etkileniyordu. Bu olaylar, kendisine görünmeyen bir alemin görünmeyen bazı prensiplerini görünür kılıyordu. Ve sonunda insanın içinde büyük bir sırrın saklı olduğu gerçeğini kabul etti. Yaşamı boyunca çok sayıda insanın haberci rüyaları ile ilgili geniş bir araştırma yapan W. Dunne, özellikle kendisine anlatılan rüyaların içlerinden birkaç tanesini hiç ama hiç unutamadığını ifade etmiştir...

Öteki dünyadan sesler..

THOMAS EDİSON yaşadığı yüzyılın en önemli bilginidir. Amerika'ya ilk elektrik ışığını getirmesi, ününe iyice ün kattı. 73 yaşındaki mucit, üzerinde çalıştığı son aletin ölülerle konuşmak için çok önemli olduğunu bir radyo kanalında açıklayınca yer yerinden oynadı.

EDİSON'un açıklaması şöyleydi: "Eğer kişiliğimiz ölümden sonra da yaşayabiliyorsa, dünyada kazandığımız bilgiyi, anıyı ve zekayı saklaması mümkün ve mantıklıdır. Bu nedenle ölüm dediğimiz olaydan sonra da kişiliğimiz devam ediyorsa dünyada bıraktıklarımızla ilişkiye geçmek isteyecektir. Bu kişiliğin maddeyi de etkileyeceği düşüncesindeyim; bu mantık doğruysa yeterince duyarlı bir alet yaparsam bu ilişkiyi kaydedebilirim
.


TEYBE KONUŞAN ÖLÜLER



THOMAS EDİSON'un ölümünde sonra yaşanan bir tesadüf, büyük bilim adamının son çalıştığı aleti ve sözlerini ispat eder nitelikteydi. Ünlü İsveçli ressam, müzisyen ve flim yapımcısı FRİEDRİCH JÜRGENSON, ıssız bir yerde kuşların sesini teybine almıştı; evine dönüp çalışmalarını dinlemek için teybini çalıştırdığında kuş seslerinin yanında zayıf insan sesleri de geliyordu; bu sesler Norveç ve İsveççe konuşarak aralarında kuşları tartışıyorlardı.

Olayı tesadüf olarak kabul eden JÜRGENSON, bir radyo dalgasının karıştığını düşündü ve tekrar bir deneme yapmaya karar verdi. Bu kez daha değişik sesler duydu; bu sesler ona sesleniyor, kendilerinin ölmüş akraba ve arkadaşları olduklarını söylüyorlardı. Uzun çalışmalar ve deneyimlerden sonra 1968'de (KAİNATTAN SESLER) adlı kitabını yazdı. Bu kitap, bütün dünyada büyük yankılar yarattı; Alman hükümeti FREİBUR Üniversitesi parapsikoloji başkanının bulunduğu bir ekibe harcamalarının hükümet tarafından karşılanacağını söyleyerek profesör ve bilim adamlarının konuyla ilgili araştırmalar yapmasını istedi.

Alınan sonuçlarda bilim adamlarının raporlarında şunlar yazılıydı: Fabrikadan yeni çıkmış kasetle sessiz ortamlarda kayıt yapılıyor; kaset dinlendiğinde tanımlanan kelimelerle konuşan insan sesleri duyuluyor; bu seslerin kökeni çağdaş bilimce açıklanamıyor ve bu seslere "hiçbir yerden gelen sesler" adı veriliyor. Alman profesör HANS BENDER, bu raporun sonuna şunu ekleyerek deneyleri hükümet yetkililerine teslim ediyor: "Bu olay insanlık için nükleer fizikten bile önemlidir."



NASA DA HABERDAR



Olay Nasa'nın da ilgisini çekiyor. CAPE KENNEDY'den iki mühendis, görevlendirilmiş bilim adamlarını ziyarete geliyor; ekibin çalışmalarını, aletlerini ve yapılan deneylerini inceleyen ziyaretçiler, sorular sorduktan ve akıl da verdikten sonra hiçbir açıklama yapmayarak Amerika'ya geri dönüyorlar.

Görevli ekip şöyle düşündü: NASA'dakilerin konuyla ilgili bilgileri vardı, kim bilir onlar o etkin kayıt aletleriyle ne sesler alıyorlardı. Nereden köken alırsa alsınlar, profesör ve bilim adamlarından kurulu bu ekibin kainattan aldıkları sesler parapsikoloji alanında adeta çığır açtı.

Cinler Çarparmı ? Cinlerin Özellikleri.

İNSANLAR CİNLERLE İRTİBAT KURABİLİR

İnsanlar cinlerle irtibat ve iletişim kurabilirler. Bu mümkündür. Ancak cinlere hükmedemezler. Cinleri tahakküm altına alamazlar. Bu yetki , Kuran'ın ifadesine göre Hz. Süleyman (A.S.)'a verilen bir yetkidir. Cinler metafizik aleminin sakinleri olması itibariyle, enerji ve ışından ibarettir.
Ben ve benim gibi özelliği olan insanların cinlerle konuşması mümkündür. Fakat bu konuşma, bu görüşme, bu irtibat ve iletişim fizik aleminin sakinlerinden olan insanlarla konuşur gibi değildir, çünkü insanlar metafizik değil fizikseldir ve molekül yığınından ibarettir. Beynimize gelen manyetik akımı sese dönüştürürüz. Bir çok insanların da beynine manyetik akım gelir. Ancak sese dönüştürmek, iletişim ve irtibat kurmak ayrı bir sanat, ayrı bir hüner, ayrı bir beceri ve ayrı bir özelliktir.
Bazı insanların fizik aleminden metafizik alemine geçişleri mümkündür. İmam-ı Rabbani, İmam-ı Azam, Abdulkadir Geylani, Muhiddin Arabi, Mevlana Halid-i Bağdadi bunlardan bazılarıdır.

CİNLER ÇARPARMI

Cinler bir nevi yelden ibarettir. İnsan ise sürekli nefes alır verir, bu yüzden cinler herhangi bir yerinden insan bedenine girerler. Bu şekilde vücudun herhangi bir organına rahatça tesir eder. Cinler ateşin duman tarafından yaratılmıştır. Duman ise insan vücuduna rahatlıkla girebilir. Sigara dumanının girmesi gibi. Ekseriyetle beyine yerleşirler. Çünkü oradan diğer uzuvlara kolay etki edebilirler. Hastanın dilinden konuşan bazı cinler de beyinde olduklarını haber verirler. Cinler beyine girip orada yerleştikleri gibi Vücudun herhangi bir yerine de yerleşirler. Sebepsiz ağrı ve sancıya sebep olurlar.
Cinler, bazı insanların beynine manyetik akım verirler. O manyetik akım insanın enerji ve elektrik üreten sistemini bozar. Artık o insanın rolantı bozulmuş demektir. Vücudun bazı organlarına elektrik gitmez. İnsanın sinirlerine, beyin sistemine tesir eder. Bu sefer vücudun ürettiği enerji ve elektrik akımı düzensiz hale gelir. En gelişmiş rontgen makinelerinin çekemediği, tesbit edemediği manyetik yaralar ve ağrılar ortaya çıkar. Manyetik akım zamanla hücre düzenine tesir eder. Biyolojik bazı rahatsızlıklara yol açar. Kişi artık psikolojik bir hasta durumundadır.
Bu gibi durumlarda kabiliyetli olup, elinde gözlerinde manyetik yoğunluğu olan kişiler, insanların hangi bölgelerinin hassas olduğunu, menfez ve kanalların nerede bulunduğunu, hangi yerden akım aldığını tespit ederler.
Peygamber Efendimiz(SAV) ;" Şeytan insanoğlunun damarlarındaki kana karışıp, kan gibi akar. " buyurmuşlardır. Çünkü, cinler insan beynine hulûl etme kabiliyetine sahiptirler. Hatta etki altına aldıkları kişiye bazı bilgilerde verebilirler. Onların insan bedenine girip, beynine yerleştikleri tevatüren doğrudur. Cinlerin kötüleri, insanın bedenine ve aklına verdiği zarar, ilk çağlardan beri iyi bilinir. Ancak bundan daha tehlikelisi, insanın dinine, imanına verdiği zarardır. Tedavisi Kur' anla mümkündür.
"Şeytanın Allah tarafından üzerine musallat edildiği insanı çarpması doğrudur. Bu Kur'an da açıklanmıştır. Şeytanın çarptığı insanda fiziki değişiklikler yapabilir veya beyin dalgalarını kontrol altına alıp istediğini söyletebilir" insanların cinler tarafından çarpıldığı ve bir takım değişikliklere sebebiyet verdiği teyit edilmiştir. Cinler insan bedeninin tamamına girer. Bedende ağrı sancı ve titreme olur. Uzun zamandır insan bedeninde bulunur.
Şeyh Abdülaziz Bin Baz; Cin çarpmasının Kur'an-ı Kerim ile tedavi edilmesinin caiz olduğunu kaydetmiştir. Bu da şeytanın insanı çarpması olayının doğru olduğunu gösteren bir başka delildir.
Al’i İmran suresi Ayet : 175 Sayfa : 74
“ Cin ve şeytanlar sadece kendi dostlarına korku, heyecan ve zarar verir. Siz onlardan korkmayın. Gerçek manada inanıyorsanız, Benden korkun.” Bu ayetin ifadesinden anlıyoruz ki; Zaaf duruma düşen insanları cin ve şeytanlar insan bedenine verdiği korku ve eziyetten dolayı basiretleri ve idrakları bağlanır. Aklı selim olmazlar, aklı evvel hareketlerde bulunurlar.
A raf suresi Ayet : 200 Sayfa : 177
“ Eğer cin ve şeytanlardan bir korku ve dürtü sizi rahatsız ederse hemen Allah’a sığının. Çünkü O hakkıyla işitendir, her şeyi tam manasıyla bilendir.”
Müminun suresi Ayetler : 97 ve 98 Sayfa: 349
“ Ey Resulum de ki, Ya Rabbi şeytanların kışkırtmalarından, taşkınlık, zarar ve vesvese vermelerinden sana sığınırım. Ya Rabbi onların huzurunda olmalarından da sana sığınırım. “
Cin çarpan insanda uyanıkken olan rahatsızlıklar şunladır:
1. Sebepsiz baş ağrıları, Beyin yorgunluğu
2. Kasılma, sinirlenme, tembellik, ibadet etmekte ve Allah'ı zikretmede zorlanma.
3. Herhangi bir uzuvda doktorların sebep bulamadığı bir ağrı veya sancı olur.
Cin carpan insanda uyurken olan rahatsızlıklar şunladır:
1. Uzun süre sağ sola döner uyuyamaz ancak, iyice dinlendikten sonra uyuyabilir.
2. Çok korkunç rüyalar görür. Rüyasında muhtelif hayvanlar görür. Uykuda çok ağlar, çok güler veya çığlık atar. Uyurken ah vah eder.
3. Yüksek bir yerden düşüyormuş gibi olur. Rüyasında kendisini mezarlıkta pis yerlerde ve korkunç yerlerde görür.
 
eXTReMe Tracker